Bursa Nutku

Türk Genci, devrimlerin ve cumhuriyetin sahibi ve bekçisidir. Bunların gereğine, doğruluğuna herkesten çok inanmıştır. Yönetim biçimini ve devrimleri benimsemiştir. Bunları güçsüz düşürecek en küçük ya da en büyük bir kıpırtı ve bir davranış duydu mu, “Bu ülkenin polisi vardır, jandarması vardır, ordusu vardır, adalet örgütü vardır” demeyecektir. Elle, taşla, sopa ve silahla; nesi varsa onunla kendi yapıtını koruyacaktır.

Polis gelecek, asıl suçluları bırakıp, suçlu diye onu yakalayacaktır. Genç, “Polis henüz devrim ve cumhuriyetin polisi değildir” diye düşünecek, ama hiç bir zaman yalvarmayacaktır. Mahkeme onu yargılayacaktır. Yine düşünecek, “demek adalet örgütünü de düzeltmek, yönetim biçimine göre düzenlemek gerek”

Onu hapse atacaklar. Yasal yollarla karşı çıkışlarda bulunmakla birlikte bana, başbakana ve meclise telgraflar yağdırıp, haksız ve suçsuz olduğu için salıverilmesine çalışılmasını, kayrılmasını istemeyecek. Diyecek ki, “ben inanç ve kanaatimin gereğini yaptım. Araya girişimde ve eylemimde haklıyım. Eğer buraya haksız olarak gelmişsem, bu haksızlığı ortaya koyan neden ve etkenleri düzeltmek de benim görevimdir.”

İşte benim anladığım Türk Genci ve Türk Gençliği!

ATATÜRK’ÜN BURSA NUTKU

Dr. Orhan Çekiç




Atatürk’ün “Bursa Nutku” gerçekten var mı, yoksa bu bir fanteziden mi ibaret?

Neden bazı çevreler ilk günden beri bu Nutka şiddetle karşı çıkarken,

kimi çevreler aynı şiddetle savunur?

Ağır Ceza Mahkemelerinde bile sorgulanan bu Nutuk, eğer gerçekten Atatürk tarafından söylenmişse, neden o zaman “Söylev ve Demeçleri” arasında yer almıyor?

İyi ama her söylediği zaten orada kayıtlı mı ki?

Bu yazının sonunda mutlaka bir fikriniz olacak ve kararı siz vereceksiniz




İzmirdeydi…


Haberi aldığında İzmir’deydi. Yorucu bir gün geçirmişti. O gün Buca’ya gitmişler, dönüşte İzmir Millî Kütüphanesini gezmiş, kitapları incelemiş, kütüphane hakkında bilgi almıştı. Bankaları, arkasından İncir Kooperatifi’ni ziyaret etmişti. Akşam CHP’nin Karşıyaka’da vereceği baloya katılacaktı ki… Bursa’daki olayı duydu.(Şahingiray, 1955).

Vali Bey, olayın pek de büyütülecek bir yanı olmadığını anlatmaya çalışıyordu:


“…İki gün önce, 1 Şubat Çarşamba günü, Bursa Ulu Cami’den çıkan 100 kadar kişi, ‘ Ezan her yerde Arapça okunurken, neden bir tek Bursa’da Türkçe okunuyor? ‘ diye bağırışarak Müftülüğe doğru yürüyüşe geçmişler. Meraklıların da katılımıyla kalabalık giderek büyümüş. Müftü, bu konuda talimat alındığını, Ezanın yalnız Bursa’da değil, her yerde Türkçe okunduğunu, asıl yanıtı Vali’nin verebileceğini söyleyince de, kalabalık Hükümet Konağı’na yürümüş. Makamında olmayan Vali’yi beklerlerken merdivenlere oturmuşlar, sonra da polisin müdahalesiyle, bir olay çıkmaksızın dağılmışlar.”(Kocatürk, 1973)


Vali’yi dikkatle dinliyordu. Sonra yüz hatları gerildi… çelik gibi bir ses tonuyla talimatını verdi:

-“ Başvekil Paşayla temas kurun, bana Afyon’da katılsın! Tren hazırlansın, bu gece Bursa’ya hareket ediyoruz. Balo’ya gitmeyeceğim, ama balo yapılsın.”


Hava birden değişmiş, ortalık buz kesmişti. Antalya’da bulunan İsmet Paşa’ya talimat iletildi ve sabaha karşı 03.30’da Atatürk beraberindekilerle İzmir’den Afyon’a doğru yola çıktı.

Hedef Bursaydı.


Oysa, daha iki hafta önce gene Bursa’daydı. (17.1.1933). Çok sevdiği ve sık geldiği Bursa’da her zamanki gibi Valiliği, Belediyeyi, Komutanlığı ziyaret etmiş, şehirde tetkiklerde bulunmuş, son gün de İpekiş Dokuma Fabrikasını gezmişti. Hatıra defterine yazdıklarında içtendi.


”…İpekiş Fabrikası’nda gördüklerimden çok sevinç duydum”.


Nerede bir fabrika açsa, çocuklar gibi şenlenir, mutlu olurdu. Çünkü fabrika demek, üretim demek, kalkınma demek, teknoloji demek, istihdam demekti, iş-aş demekti…


Ama bu kez bu ani gidişinden hiç de mutlu olmadığı yüz ifadesinden belliydi. 15 Ocak’tan beri seyahat halindeydi. Önce Bursa’ya gelmiş, sonra Bandırma, Balıkesir, Kütahya, Afyon ve Konya’yı ziyaret edip, Adana’ya kadar gitmişti. (25 Ocak). Oradan Gaziantep, sonra tekrar Adana, nihayet Mersin. (28 Ocak 1933). Buradan Gülcemal Vapuruyla Antalya ve İsmet Paşayla buluşma. Daha sonra da Fethiye ve Marmaris üzerinden İzmir. (31 Ocak 1933). (Şahingiray,1955).



İsmet Paşayla Başbaşa…


Ve işte şimdi de sabaha karşı Afyon’da Başvekil Paşayla baş başaydı. İstasyondaki uğurlama merasimini kısa tuttular ve hemen kompartmanlarına geçtiler. Tren bir an önce Bileciğe varmak ister gibi karanlığın derinliklerinde yoluna hızla devam ederken, Bursa’da olanları giderek hiddetlenen bir ses tonuyla başvekiline anlatmaya başlamıştı bile.


İyi ama, İsmet Paşa’nın bu olaydan haberi elbette vardı fakat doğrusu bu kadar telaş edecek bir olay gibi de görmemişti olanları... Ama Atatürk öyle bir döküm yaptı ki, yılların Başvekil Paşası’nın da çok geçmeden suratı asıldı. Atatürk’ü dinleyince hak verdi, çünkü bir noktayı çok kötü atlamıştı. Aslında herkes atlamıştı. Atatürk hariç…


Afyon’dan Eskişehir’e kadar Başvekil’e içini döktü. Özellikle Serbest Fırka günlerinin geri gelmesinden endişeliydi, bu konuda İsmet Paşa’ya özellikle idarecilerin kayıtsızlığı konusunda yakındı. Eskişehir’e gelince İsmet Paşa Ankara’ya gitmek üzere ayrılırken, Atatürk Bileciğe doğru yoluna devam ediyordu.


Afyon-Eskişehir arasında ne konuştular? 1928-1933 arasında olup biten her şeyi…


Tam da memleketin dar bir geçitten geçtiği günlerdi.


Daha birkaç yıl önce, 1928’de, Latin Harflerine geçişle ilgili devrimin ülke için ne kadar da önemli olduğunu kavrayamamış bir yobaz kesim, bu olaya “ Kur’an harflerini terkediş” gözüyle bakarken, bir de Anayasa’dan “…devletin dini islâmdır” hükmünün çıkarılışını duyunca homurdanmalar bütün ülkede iyice yükselmişti. (10 Nisan 1928).

Çabuk atlatmışlar, bu reformun meyvelerini de bir yıl gibi kısa sürede toplamaya başlamışlardı.


Ardından, tam da bu sırada 1929 Dünya Ekonomik Krizi patlamıştı. Bundan Türkiye’nin etkilenmemesi zaten olanak dışıydı. Homurtular daha da yoğunlaştı ama devrim hız kesmeden sürüyordu. Şimdi de “Kadın Hakları” gündemin başındaydı ve Avrupa’nın pek çok ülkesinde bu haklar kadınlara henüz tanınmazken, Belediye seçimlerinden başlayarak Türk kadınının seçme ve seçilme haklarına sahip olmasının yolu açılmıştı. (3 Nisan 1930). “Kadın ancak hamur yoğurur, çocuk doğurur” zihniyetindeki tarikat-cemaat ehli yığınlar, bu gelişmeleri dişlerini gıcırtarak, “la havle…”çekerek izliyorlardı. Bunun farkındaydı. Umursamıyordu ama dikkatliydi.


Normal olarak her ülkede iktidarlar, özellikle bu tür zor koşullardan geçilirken “muhalefet” istemezler. Atatürk, tam aksine, toplumun bir an önce demokrasi kültürüne sahip olabilmesi için, kendi eliyle ve hatta baskısıyla, kendi kurduğu partiye karşı muhalefet yapması için, yakın arkadaşı ve Paris Büyükelçimiz Ali Fethi Okyar’ı bir muhalif parti kurmaya ikna etmişti. Serbest Fırka böyle kurulmuştu. (12 Ağustos 1930). Ne yazık ki bu iyi niyetli girişim, cumhuriyetin o güne kadar getirdiği kazanımların tümünün bir anda yok olması anlamına gelecek şekilde ülkedeki tüm gericilerin bu parti etrafında toplanması nedeniyle, bizzat bu tehlikeyi gören Fethi Bey tarafından kapatılmıştı. (17.11.1930). Bu olay da gösteriyordu ki, pusudaydılar…ve hep tetikte olmak zorunluydu…(Göze,2000)



Menemen’i Yakın…


Nitekim, korkulan oldu. Aradan bir ay geçmişti ki, “Menemen Olayı” patladı. İzmir’in Menemen ilçesinde Giritli Derviş Mehmedî adlı Nakşibendi Tarikatı’na bağlı bir yobazın önderliğinde bir kalabalık, Belediye Meydanı’nda toplanıp, zikrederek şeriatı ilan ettiklerini duyurmuşlardı. Olaya bir müfreze ile müdahale etmeye çalışan yedek subay Kubilay, boğazı kesilerek şehit edilmişti. Cumhuriyet Hükümeti derhal gereken tedbiri alıp suçluları en ağır şekilde cezalandırmıştı ama, Atatürk günlerce bu olayın etkisinden kurtulamamıştı. Her defasında önündeki tabakta Kubilay’ın kesik başını gördüğü için, günlerce yemekten kesildi, uzun süre et yemeği yiyemedi.


İşte o günlerde ve o kızgınlıkla İsmet Paşa’ya dönüp:

“Menemen halkını taşıyın ve Menemen’i yakın. Cumhuriyet’in gelecek nesillerine bir örnek olması için de Menemen’i o yanık haliyle muhafaza edin” emrini vermişti.


İsmet Paşa bu tür emirleri uygulamaz, 48 saat bekletirdi. Buna birlikte karar vermişlerdi. İyi ki de öyle yapardı. Eğer Atatürk konuyu tekrar açıp, sormazsa, bu İsmet’e “…o meseleyi sen de unut…” anlamına gelirdi… Menemen konusunda da öyle olmuştu… Konu kapandı.


Atatürk’ün sabaha karşı bütün bunları İsmet Paşa’ya yeniden hatırlatması için elbette kendince haklı bir nedeni vardı. Yoksa mesele, kimilerinin sandığı gibi 100 kişinin Bursa’da toplanıp, rastgele bağırıp çağırıp sonra da dağılmasından ibaret, basit bir mesele olsaydı, o zaman iki “devrimcinin” sabahın ayazında, kör bir istasyonda buluşup, bir kompartımana çekilip sabaha kadar tartıştıkları ne olaydı ki?



Türkçe Ezan…


Dışarıda gün hafif hafif ışıyor, Eskişehir’e yaklaşıyorlardı. Atatürk, nihayet asıl konuya gelebilmişti. Kendisini en çok endişeye sevk eden meseleye: Ezanın Türkçe okunması meselesine.


Geçen yıl tam da bu günlerde çok cesur bir karar daha almıştı. Verdiği talimat üzerine 23 Ocak 1932 günü Riyaset-i Cumhur İncesaz Heyeti Şefi Binbaşı Hafız Yaşar (Okur), İstanbul’da Karaköy’deki Yer altı Camii’nde Cuma namazından sonra ilk kez Yasin Suresi’ni önce Arapça, sonra Türkçe okumuştu.


Yer yerinden oynamıştı ama Hükümet en ufak bir zaaf göstermemiş, uygulama sürüyordu. Aradan sadece 10 gün kadar geçmişti. 3 Şubat 1932 günü Kadir gecesiydi. Ayasofya’da yatsı namazından sonra aralarında bir çok tanınmış hafızın bulunduğu Mevlidhan Heyeti, önce Mevlid ve arkasından Kur’an okumuşlardı…Türkçe olarak…


Radyodan yapılan canlı yayın bütün ülkede büyük yankı yapmıştı. Ankara’da Atatürk heykelinin yanına monte edilen hoparlörden de halka dinletilen bu yayını, Ankaralılar, kar altında dinlemişlerdi. Türkçe Kur’an değişik İslâm ülkelerinden de değişik tepkiler almıştı. Kimi çevreler bunu “dinsizlik” olarak değerlendirirken, bazıları da olumlu karşılamıştı. İki gün sonra da, 5 Şubat’ta Süleymaniye Camii’nde ilk Türkçe “hutbe” okunmuştu. (Kocatürk, 1973).





Yoksa, rövanş mı?


Aradan tamı tamına bir yıl geçmişti. İşte bugün de günlerden 5 Şubat’tı. Bursa olaylarını İzmir’de haber aldığında ise 3 Şubat. Acaba tam da bu yıldönümü günlerinde geçen yılki bir şeylerin rövanşı mı alınıyordu? Bu olaylar bir rastlantı mıydı, yoksa organize olmuş bir takım çevreler Cumhuriyet’e bir mesaj mı vermek istiyorlardı? Atatürk’ün olayın üzerine hızla gitmesinin sebebi buydu. Başbakanını yanına almış, İçişleri Bakanı ile Adalet Bakanını da Bursa’ya çağırtmış, devrimi yapan adam, yaptığı devrime sahip çıkıyordu.


İsmet Paşa Eskişehir’de ayrıldıktan sonra, kızgınlığı hâlâ geçmediği için, beraberindekilere yakınmaya devam etti:


“Bir devrim yapıyoruz, oyun mu oynuyoruz? Toplumu bir yerden bir yere taşımak istiyoruz, yasalar çıkarıyoruz, gericiler karşı çıkıyor…Hakimi, polisi, savcısı seyrediyor. Benden ne yapmamı istiyorsunuz, oturup beklememi mi?”…


Orada bulunan gazetecilerden ve tarihçi Nizamettin Nazif Tepedelen, ilerde o günleri işte böyle anlatacak ve ekleyecek:

“Öylesine kabına sığmaz bir hali vardı ki, makiniste haber gönderdi:”

-Niye böyle yavaş gidiyoruz, daha hızlı, daha hızlı!...’



Sabah saat 05.00’te Bileciğe geldiler. Burada trenden inildi, bekleyen otomobillere binildi ve saat 09.30’da olay mahalline, hızla Bursa’ya geldi. (Önder, 1998). Doğru Vilayet’e gidip olaya el koydu. Meseleyi kavramıştı. Olay, korktuğu ölçüde planlı, örgütlü bir olay değildi. Buna rağmen, sayıları az da olsa birilerinin Cumhuriyet’e hesap sorarcasına Vilayete gelip taşkınlık yapmalarına görevlilerin sessiz kalışını kabul edemiyordu. Bu eylem Cumhuriyet yasasına aykırıydı, buna karşın kimse tutuklanmamıştı. Bu kabul edilebilir değildi.

Ertesi gün 6 Şubat. O gün İçişleri Bakanı Şükrü Kaya ile Adalet Bakanı Yusuf Kemal Tengirşek de Bursa’ya geldiler. Yapılan incelemeler sonucunda, olayda ihmali görülen Savcı Sakıp Bey, Sulh Ceza Hakimi Hasan Bey ve Bursa Müftüsü Nurettin Bey görevden alındı ve 15 kişi tutuklandı..


Aynı gün Anadolu Ajansı’na resmî demecini verdi:



Resmî Demeç…


“…Bursa’ya geldim. Olay hakkında ilgililerden bilgi aldım. Olay aslında fazla önemi haiz değildir. Herhalde mürteciler Cumhuriyet Adliyesi’nin pençesinden kurtulamayacaktır. Olaya dikkatimizi bilhassa çevirmemizin sebebi, dinî siyaset ve herhangi bir tahrike vesile etmeye asla müsamaha etmeyeceğimizin bir daha anlaşılmasıdır. Meselenin mahiyeti esasen din değil, dildir. Kesin olarak bilinmelidir ki, Türk milletinin millî dili ve millî benliği bütün hayatında hâkim ve esas kalacaktır.” (Cumhuriyet, 7 Şubat 1933), (Ülker,2008).


O gün akşam Gülcemal Vapuruyla İstanbul’a dönecekti. Hareket saati 19.30’du, fazla vakti yoktu ama gene de Çekirge Köşkü’nde bir yemeğe katılmayı kabul etti. Bu, her zamanki bildik ziyafetlerden değildi. Belliydi ki olayın utancını taşıyan bazı Bursalı yöneticiler, olayı yumuşatıp gönlünü alma çabasındaydılar. Aslında o gün biri Belediye Meclisi’nde olmak üzere iki yerde daha konuştu. Söyledikleri birbirini tamamlıyordu. İrticaya karşı uyanık olunmalıydı. Bu konuda gençliğe çok iş düşüyordu. Devrime sahip çıkma hususunda her şeyi İdare’den beklemek olmazdı.


Çekirge’deki salonda gençler çoğunluktaydı. Masada ise 15 Ocak’tan beri kendisine refakat eden arkadaşları: Kılıç Ali, Saffet Bey, Nuri Conker, Salih Bozok, Hasan Cavit, Sami Bey, Kâzım Bey, Mümtaz Bey, Avni Bey, Şahap Bey ve Ferit Bey. Vali Fatin Bey, Belediye Başkanı Muhittin Bey. (Şahiniray, 1955).


Daha sonraki gelişmelerden öğreniyoruz ki, Bursalı gazeteciler, Rıza Ruşen Yücer, Musa Ataş, heyetle beraber olan gazeteci Nizamettin Nazif Tepedelenli de oradadırlar. Atatürk’ün Yaveri Cevdet Tolgay da olaya tanık olanlardandır. Atatürk’ün Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak sofrada değil, yan odada işiyle meşguldür. Atatürk’ün burada yaptığı konuşmayı aynı gün Yaver Cevdet Tolgay’dan dinleyecek ve bunu ilerde Falih Rıfkı Atay’a anlatacaktır.( Bu tanıklar konusuna tekrar döneceğiz).


Seyahatin başında ve İzmir’e kadarki bölümünde Celal Bayar da heyetin içindedir ama Bayar Afyon’da gruptan ayrılmış, bu kez Antalya’dan gelen İsmet Paşa heyete katılmış, Eskişehir’de de O Ankara’ya gitmek üzere ayrılmıştır. (Bazı kayıtlarda Bursa’ya geldiği yazılıdır.) Ayrıca Bursa’ya bugün gelen vekiller, Şükrü Kaya ve Yusuf kemal Tengirşek de elbette masadadırlar.


Konuşulan konu günün konusudur: İrtica ve devrimler.



Gençlerden biri…


Gençlerden biri ”…Bursa Gençliği olayı hemen bastıracaktı, fakat zabıtaya ve adliyeye olan güveninden ötürü…”demeye kalktı, olanlar oldu… Atatürk elinden çatalı, bıçağı bıraktı, arkadaşları vücut dilinden fırtınanın yakın olduğunu anlamışlar, onlar da yemeğe ara vermişlerdi; gözlerini gence dikti ve adeta gürleyerek, sonradan “Bursa Nutku” olarak bilinen sözleri bir çırpıda söyleyiverdi:


“ Bursa Gençliği de ne demek? Memlekette parça parça, yer yer gençlik yoktur! Sadece ve toplu olarak Türk Gençliği vardır. Türk Genci, inkılapların ve rejimin sahibi ve bekçisidir. Bunların lüzumuna, doğruluğuna herkesten çok inanmıştır; rejimi ve inkılapları benimsemiştir…”


Sofrada soluk alınmıyordu. Herkes pürdikkat Atatürk’ü dinliyordu. Bir devlet başkanı olarak öyle noktalara değinmişti ki, yarın bu söylediklerine kendisi de hedef olabilirdi ama bundan kaygı duymuyordu, yeter ki Gençlik beklediği gençlik olsun. İşte ancak o zaman Cumhuriyet’in sonsuza değin emin ellerde olacağına inanıyordu ve işte ancak gençliğe duyduğu bu güven O’nu rahatlatıyordu. Gençliğe sonsuz kredi tanıyordu. (Ülker, 2008).


Çok ileriki yıllarda değerli bir akademisyen, Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı, bu konuda şöyle yazacaktır: “… Tarihte bu sözleri söyleyebilen bir başka devrimci çıkmış mıdır? Başında bulunduğu devletin bile zaaf içinde olabileceğini düşünen, geleceğin siyasal iktidarlarından kuşkulanabilen ama gençliğe böylesine sınırsız bir güven besleyen, böylesine “çek veren”, gençliği böylesine “son çare” olarak gören bir devrimci yoktur. Ve Atatürk, hem gelecek iktidarlar, hem de gençlik konusunda yanılmamıştır.” (Kışlalı).


Sofrada not alınmadı…


Atatürk konuşurken sofradakiler not almamışlardı. Nutkun metni o yüzden “Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri”arasında yoktur ve basına da verilmemiştir. Ama bu da söylenmediği anlamına gelmez. Uzun yıllardır Atatürk’ün sofrasında İsmet Paşa’nın uygulattığı bir sistem vardı: Sofrada konuşulan sofrada kalırdı. Hele sofrada içki servisi varsa. Aksine durumlarda bu (yani not tutulabileceği) baştan belirtilirdi ve o zaman isteyen herkes not tutabilirdi. Nelerin basına verilip topluma aktarılacağı veya aktarılmayıp sofrada kalacağının takipçiliğini de İçişleri Bakanı (aynı zamanda Parti Genel Sekreteri) Şükrü Kaya yapardı.


Hiçbir memleket meselesinin görüşüldüğü sofrada içki içilmemişti. Bu da sofranın yazılı olmayan kurallarındandı. Sofranın konusunu belirleyen Atatürk olduğu için, misafirler daha yerlerini alırken garson Cemal Granda’nın da, Şefgarson İbrahim’in de gözü Atatürk’te olurdu.


“-İçki servisi yapılsın…” talimatı verilmişse, gecenin biraz daha sakin geçeceği anlaşılırdı.


Oturma düzeninde de bir disiplin vardı. Atatürk’ün sağ başındaki koltuk, İsmet Paşa’nındı. Mareşal sofrada konuksa, hiçbir şekilde sofraya içki servisi yapılmaz ve sağ başta Fevzi Çakmak, bu takdirde sol başta İsmet Paşa otururlardı. Atatürk Mareşale daima” hocam” diye hitap eder ve yemek sonrasında Atatürk bir tek Mareşali dış kapıda arabasına kadar gelerek yolcu eder, ona büyük saygı gösterirdi. Bu, Genelkurmay Başkanı’na özel saygı, Atatürk’ün yaşam biçimiydi. Onun için, tek bir istisnasız, yaşamı boyunca da bu saygıyı hep gösterdi. (Granda, 1973).



Genelkurmay Başkanı’na Saygı…


Mareşal Çakmak Genelkurmay Başkanı, Atatürk ise Cumhurbaşkanı, yani cumhurun başı, devletin başı. Uzun yıllar İnönü de Başbakan. Genelkurmay Başkanı anayasal bir kurum olarak hep onlara bağlı. Ama aralarındaki ilişkinin düzeyi işte buydu ve benzer düzeyi bütün başbakanlar gözetmek zorunda kalmışlardır. Çünkü onların hepsi Atatürk’ün “rahle-i tedrisi”nden (eğitiminden) geçmişlerdi. Şimdiki siyasilerimizin her birinin bir aslan kesilip, kimi satılmış basının satılmış yazarlarıyla kolkola, gerici tarikat-cemaat taifesinin koruması altında, Genelkurmay Başkanlığını hedef alarak, üstelik bunu güya “sivil yönetim” ve “demokrasi” gibi yüce amaçlar için yapıyor pozuna bürünerek sürdürdükleri iğrenç kampanya var ya!...İnsan Atatürk dönemine bakıyor da, gerçek devlet adamlığının ne kadar farklı bir şey olduğunu o zaman bir kez daha anlıyor.


Biz sofraya dönelim:


Eğer Atatürk, topluma bir mesaj verecekse, o konuşma mutlaka not edilir ve gözden geçirildikten sonra gitmesi gereken yere gönderilirdi. Anadolu Ajansı’na verdiği demeçler böyledir. Gazetecilere demeç veriyorsa, söyleyeceğini doğrudan söyler ama özellikle dış politika konusunda gazetelere makale göndermişse, zaman zaman gönderdiklerini ertesi gün tekrar gözden geçirip, düzeltmeler yaptığı görülür. O yüzden baskıya girmezden önce hep bir son kontrol söz konusudur ve bu konularda Falih Rıfkı (Atay) frenleyicisi ve yardımcısıdır. (Atay, 1973).


Hatay Meselesi konusunda Kurun Gazetesi’nde, gazetenin başyazarı Tarık Us imzasını kullanarak yazdığı on dört makalede kullandığı üslup son derece kırıcı ve agresivdir ve bunlarda daha çok bizzat hükümeti yani İnönü’yü eleştirmektedir ama bu Fransa’ya karşı sürdürdüğü bir taktiktir.(Soyak, 1973).


Sofrada mutlaka kara tahta ve her misafir sandalyesinin önünde not tutmak için bir kalem ve bir defter bulunur. Konuşulanlar not edilsin diye. Ama bir konuşma masada kalacaksa, bu da açıkça belirtilir, o zaman not tutmak da yoktur.



Bursa Nutkunun Metni Elbette Atatürk’ün…


Bursa’da Çekirge Köşkün’de yaptığı konuşma, topluma verdiği resmî bir demeç değildir. O, resmî demecini sabahleyin Anadolu Ajansı muhabirine vermiştir. Sofradaki olay spontane olarak gelişmiş, bir gencin bir açıklaması üzerine, o an içinden geçenleri samimi olarak seslendirmiştir, hepsi o kadar. Ama bunları bağıra bağıra, orada bulunanların gözlerinin içine baka baka söylemiştir. Bunda en ufak bir kuşku yoktur. Sürmekte olan devrimler konusunda kaygıları elbette vardır. Bu kaygıları haklı gösterecek onlarca sebep de gözler önündedir. Bu uzun yurtiçi gezilerinin de maksadı budur. Bursa’ya da seyahat planını değiştirerek, gece yarısı yollara düşüp, Anadolu’nun izbe istasyonlarında başbakanıyla buluşup, görüşüp, bakanlarıyla birlikte piknik yapmaya gitmedi elbette. Eğer o gün o genç o konuşmayı yapmasaydı da Atatürk, bir fırsatını gene yaratıp buna benzer bir konuşmayı gene yapacaktı. Bunun en kesin kanıtı, zaten aynı gün, Resmî Demeci’ni verdikten sonra, Çekirge’dekiyle birlikte üç konuşma yapmış olmasıdır. Yani bir tek Anadolu Ajansı’na verdiği demeç, onu tatmin etmemektedir ve hazır Bursa ‘ya gelmişken, Bursalıların dikkatini pusuda bekleyen tehlikeye çekmek istemektedir.


Atatürk konuşurken, kimse kelimesi kelimesine o anda kayıt tutmadı ama daha sonra sofradakiler, mealen bu metni ortaya çıkardılar. Nitekim ilerde Bornova Savcısı’nın başvurusu üzerine Türk Tarih Kurumu Yönetim Kurulu, bu metnin mealen Atatürk’e ait olduğunu “oybirliği” ile onaylayacaktır. (Ülker, 2008).


Bursa Nutku, resmî bir demeç olmadığı için,” Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri” arasında yer almaz. Kimi aydın ve yazar, olayın sadece bu tarafına bakarak, bu metnin Atatürk’e ait olamayacağını savunurlar, yanlıştır. Çünkü Atatürk tarafından söylendiği açıkça bilinen yüzlerce söylem daha vardır ki, bunlar da Söylev ve Demeçleri arasında yer almazlar. Oralarda yer almaması, söylenmediği anlamına gelmez.


Oysa Bursa Nutku’nun Atatürk tarafından söylendiği’nin en büyük iki kanıtı vardır:


Üslup.
Bursa Nutku’ndaki üslubu alın 10. Yıl Nutkunun yanına koyun. Sonra da 6 gün boyunca, ayakta, 36 saat 33 dakika boyunca okuduğu Büyük Nutuk’taki “Gençliğe Hitabı” ile kıyaslayın.


Üslup ve verilen mesaj aynıdır. Bunda en ufak kuşkunuz var mı? Olamaz. O zaman?... Gençliğe Hitabında, gelecekte bu ülkeyi yönetecek devlet adamlarının bile kimi zaman ihanetle anılabilir tutum ve davranış içinde olabileceklerine işaretle, o durumda da Gençliği rejimin bekçisi olmakla görevlendiren devrimci bir lider, neden Bursa Nutku’nda işaret ettiği noktaları , kimilerine göre, söylememiş olsun…Bunun bir mantığı var mı? Mesele hiç de karmaşık olmayan, son derecede açık bir konudur: Rejim, yani Cumhuriyet ve Devrimler tehlikede mi, Gençlik Görev Başına…


İçerik.
Atatürk’ün Bursa Nutku’nun içeriğini alın, O’nun “Gençliğe Hitabı” ile kıyaslayın. Atatürk’ün geleceğe yönelik tek kaygısının bir gün devrimlerin ve Cumhuriyet’in baltalanabileceği riski ve irtica olduğunu görürsünüz. Bunu da açıkça dile getirir ve Gençliği bu konuda hem uyarır hem görevlendirir. Bunda da en ufak bir kuşku yoktur.


Daha Cumhuriyet dört yaşındayken, 1927’de, bütün dünyanın önünde Türk Gençliği’ne hitap ederken, söylediklerine bir bakın: Cumhuriyet ve devrimler gençliğin en büyük “ hazinesi”dir, Atatürk buna değinir ve hemen arkasından uyarısını yapar:


“…seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek, dahili ve harici bedhahların (sapkınların) olacaktır…bütün bu şeraitten (koşullardan) daha elîm (acı) ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hatta hiyanet içinde olabilirler…hatta bu iktidar sahipleri , şahsî menfaatlarını müstevlilerin (işgalcilerin) siyasî emelleriyle tevhid edebilirler… (birleştirebilirler)”. (Kemal, 1928).




Gençliği Teröre mi itiyor?



Atatürk’ün bu sözleri söylemiş olduğuna şüphemiz var mı? Yok!... Çünkü bunlar 787 sayfalık Büyük Nutuk’un içinde beş dilde yazılmış olarak duruyor. O zaman Büyük Nutuk’ ta bunları söyleyen bir devrimci, Bursa Nutku’nu niye söylememiş olsun?


Buna verilen yanıt genelde şudur: “Bursa Nutku’nun metni gençliği kendi yönetimine, kendi devletine karşı gelmeye, düzeni bozmaya, terör yapmaya teşvik ediyor. Atatürk böyle bir şey istemiş olamaz. Çünkü o daima hukuktan ve düzenden yana olmuştur. O nedenle bu metin uydurmadır…”


Aşağı yukarı söylenen budur. Şimdi bu görüşün analizini yapalım:


Hiç kuşku yok ki Atatürk, Bursa Nutkunda çizdiği irtica tablosu kendi yönetiminde de olsa, Gençliğin aynı şekilde tepki göstermesini istiyor ve ister. Bunun en kesin kanıtı, Atatürk’ün, kendi kurduğu CHP karşısında, kendi yönetimine karşı bir muhalefet partisi kurulabilmesi için samimi olarak gösterdiği çabadır.


Kaldı ki işte bu son olay, kendi yönetiminde cereyan etmiştir ve Atatürk, kendi yönetimindeyken meydana gelen bir gerici hareketi gençliğin seyretmiş olmasını en ağır şekilde eleştirmektedir. Bu konuşmasının bir öncesinde, Belediye Meclisi’nde yaptığı konuşmada, “bu gibi durumlarda, polis müdahale edecekmiş, jandarma gelecekmiş, savcı gereğini yapacakmış” a aldırmaksızın gençlik, hiçbir kuvvetin desteğine ihtiyaç duymadan, kendi müdahalesini yapacaktır…”demiştir.


Peki acaba bu söylemleriyle Atatürk, iddia edildiği gibi gençliği teröre mi teşvik etmektedir?


Atatürk, Bursa Nutkuyla Türk Genci’ne ne zaman ve hangi durumda, taşla, sopayla, elinde ne varsa onunla eyleme geçmesini söylüyor? O noktaya bir daha bakalım:


“Türk Genci devrimlerin ve cumhuriyetin sahibi ve bekçisidir. Bunların gereğine, doğruluğuna herkesten çok inanmıştır. Bunları güçsüz düşürecek en küçük ya da en büyük bir kıpırtı gördüğü an…” diyerek sınırı çiziyor.



Hasan Rıza’dan Falih Rıfkı’ya…


İlerde, Falih Rıfkı Atay bu konuda 12 Aralık 1966 günkü Dünya Gazetesi’ndeki köşesinde bir makale yazacak ve bu konuyu tartışarak Nutkun katiyen böyle yasa dışı bir yönlendirmesi olmadığını savunacak. Atatürk’ün ölümüne kadar önce Özel Kalem Müdürlüğü’nü, sonra da Genel Sekreterliği’ni yapacak olan Hasan Rıza Soyak da Falih Rıfkı’ya bu yazısı üzerine gönderdiği bir mektupla onu destekleyecek ve:


“…Atatürk’ün hiçbir zaman gençliği meşru olmayan yollara yönlendirmesi gibi bir durum söz konusu değildir. Böyle bir yönlendirmesi olmamıştır, Bursa Nutku’nun dikkatli okunması gereklidir. Söylediklerinin ruhuna bakmak gerekir. Dikkat buyurulursa, ‘polis gelecektir, asıl suçluları bırakıp suçlu diye onu yakalayacaktır. Genç, polis henüz inkılap ve Cumhuriyet’in polisi değildir diye düşünecek, fakat asla yalvarmayacaktır’ diyor. Dikkat buyurulsun, ‘ polise de saldıracaktır’ demiyor, ‘hatta karşı gelecektir’ de demiyor. ‘ Ben inanç ve kanaatimin icabını yaptım, müdahale ve hareketimde haklıyım. Eğer buraya haksız olarak gelmişsem, bu haksızlığı meydana getiren sebep ve amilleri düzeltmek de benim vazifemdir’ diyecek, diyor. (Atay,Dünya Gazetesi,12.12.1966).


Demek ki Atatürk Türk Gencinin her vesileyle taşa sopaya sarılmasını istemiyor, onu bu yolda yönlendirmiyor. Sadece “Cumhuriyetin ve devrimlerin tehlikeye düştüğü anda”, bir başkalarının müdahalesini beklemeden devrimleri korumasını istiyor. Ne var bunda?


Bu satırlar tam da; Devrimci Mustafa Kemal’in ruhunu, bu vatanın temeli olan “kuvva-i milliye” nin ruhunu yansıtıyor.


Kolağası Mustafa Kemal’in, Şam’da kurduğu ve Selaniğe gizlice gelip şubesini açtığı “Vatan ve Hürriyet” Cemiyeti’nin yemin töreninde, silah üzerine ettiği ve arkadaşlarına ettirdiği yeminin ruhunu yansıtıyor. (Ateş, 2003).

İyi ki bu metin pek bilinmez. Yoksa biz bir de o yemin metnine bakarak Mustafa Kemal’i de yargılamaya kalkabilirdik. En iyisi, bende kalsın


Tekrar Bursa’ya dönelim: Atatürk ve beraberindekiler o gün akşam Gemlik’e geçip, sonra da Gülcemal Vapuruyla İstanbul’a dönüyorlar. (Kocatürk, 1973). Bursa’da yargılamalar sürüyor, olaylara karışanlar cezalandırılıyorlar. Ezan ve kaamet yeniden Türkçe okunuyor. Bir süre sonra da olay unutuluyor çünkü Bursa Nutku zaten içeriği itibariyle her yerde ve fırsatta tekrarlanabilecek bir nutuk değil. Söylenmesi için, söylenmesini gerektirecek koşulların oluşması gerekli. Durup dururken niye okunsun?

Ve aradan yıllar geçiyor.


Sonrası…


Nutuk, 1935 yılı yayını bir dergide görünüyor. İlerde 1975’te Kayseri 2. Ağır Ceza Mahkemesi dosyasına kanıt olarak konuyor.


Uzunca bir aradan sonra, ilk kez yeniden 1947 yılında Rıza Ruşen Yücer’in “Atatürk’e Ait Birkaç Fıkra ve Hatıra” adlı kitabında yer alıyor. (Yücer, 1947).


İki yıl sonra, bu kez 1949 yılında, “İzmir II. D.P. Büyük Kongresi”’nde Celal Bayar tarafından Şeref Balkanlı’ya okutuluyor. Nutku okutarak verilmek istenen mesaj: “Gerici CHP’yi madem yargı durduramıyor, Gençlik durdursun…” mesajıdır. (Ülker, 2008).


Atatürk’ün Bursa Nutku, 1954 yılında Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi’nin cephesinde, Atatürk heykeli arkasındaki taşlar üzerinde yazılır. Bu yazının oraya yazılmasına ise Demokrat Partili Atıf Benderlioğlu başkanlığındaki bir komisyon karar vermiştir. Görülen odur ki, kimin işine gelirse, “bu Nutuk vardır”, kimin işine gelmezse de “Nutuk aniden şüpheli hale gelir”. İşte, Celal Bayar, Şeref Balkanlı, Adnan Menderes, Atıf Benderlioğlu. Hepsi Demokrat Partili ve hepsi Nutkun varlığını kabul ediyor hatta Nutku kullanıyor. İş, ilerde Süleyman Demirel’e gelince, biraz değişecektir. (Ülker, 2008).
1958 yılında, Bu kez CHP’nin resmî yayın organı olan Ulus Gazetesi Nutku yayınlar. Hem de 19 Mayıs günü. Bununla CHP, “…Demokrat Parti’nin rejim için bir ‘tehdit’ oluşturduğu” fikrini işlemekte, “Gençlik, iktidara rağmen, kanun-nizam dinlemeden, rejimi korumak adına, idareye el koyacaktır” görüşüne yer vermektedir. Tartışma uzar. Ankara Cumhuriyet Savcısı Rahmi Ergil işe el kor. Gazeteci Ülkü Arman adliyeye götürülüp sorgulanır ve bu nutkun kaynağı sorulur. Ulus Gazetesi için soruşturma açılmıştır. Oysa aynı Nutuk Demokrat Parti Kongresi’nde okunmuş ve alkışlarla karşılanmıştır. Durumu fark eden Menderes devreye girer de bu soruşturmaya son verilir. (Ulus, 19 Mayıs 1958).



Nutuk Senato’ya da getiriliyor…


3 Eylül 1963 tarihinde böyle bir nutkun mevcut olup olmadığı Senatör Özel Şahingiray tarafından ve Milli Eğitim Bakanı İbrahim Öktem’in yanıtlaması talebiyle Senato’ya getirilir. Bakan verdiği yanıtta, Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Müdürü Prof. Dr. Afet İnan’ın verdiği yanıtı Senato’da okur. Bu yanıta göre, dönemin tanık ifadeleri dikkat alınarak,” bu sözlerin mealen Atatürk tarafından söylendiği anlaşılmaktadır”denilmekte ve konuya ilişkin dosyanın herkes tarafından incelenebileceği ifade edilmektedir. (Ülker, 2008).


Nutuk yeniden mahkemelik…


Ege Üniversitesi Fikir ve Sanat Kulübü bir broşür yayınlamış ve “Nasıl Bir Gençlik?” başlığı altında Atatürk’ün Bursa Nutku’nu yayınlamıştır. “Bu nutuk halkı anarşiye teşvik ediyor” savıyla Bornova Cumhuriyet Başsavcılığı bu Fikir Kulübü’nün kapatılması için dâvâ açıyor ve Bornova Asliye Hukuk Hakimliği, böyle bir nutkun var olup olmadığının tespiti için 27 Eylül 1966 tarih ve 1966/338 sayılı yazı ve bu yazıya ekli Bursa Nutku metnini Türk Tarih Kurumu’na gönderip, görüş istiyor. (Ülker, 2008).



Türk Tarih Kurumu da “Nutku” Doğruluyor…


Bunun üzerine toplanan TTK Yönetim Kurulu aşağıdaki kararı alıyor:
“ Türk Tarih Kurumu Yönetim Kurulu’nun 24 Ekim 1966 tarihli toplantısında Bornova Asliye Hukuk Hakimliği’nin 27/9/1966 tarih ve 1966/338 sayılı yazısı ve bu yazıya ekli Atatürk’ün Bursa Nutku ile ilgili sözleri üzerine gerekli incelemeler yapılmıştır. Bu incelemeler sonucunda bu sözlerin Atatürk’ün 1933 Şubat’ında Bursa’da yaptığı konuşmadan mealen alınmak suretiyle çeşitli tarihlerde basılmış olduğu kanaatine oybirliğiyle varılmıştır.”(Ülker, 2008).


Böylece, Nutkun varlığını, bu konuda yorum yapabilecek en yetkin kurum olan Türk Tarih Kurumu da onaylamış oluyor.



Konuya Ecevit de katılıyor…


12 Aralık 1966 günü Ecevit Erzurum’da, Doğu Sineması salonunda konuşmaktadır. Gençler, bir kâğıda yazdıkları soruyu Ecevit’e gönderirler. Bursa Nutku’nun Atatürk’e ait olup olmadığı sorulmaktadır.


Ecevit gençlere şu yanıtı vermiştir:

“Atatürk, Türk Devleti yıkılmak üzere olduğu vakit, ‘bu devletin ordusu var, jandarması var, benim neme gerek’ deyip İstanbul’da bir köşeye çekilmemiştir.

19 Mayıs 1919 günü Anadolu’ya çıkıp Türk Kurtuluş Savaşı’nı başlatmıştır. Bunu yapan insan, Bursa Nutku’nu da söyleyebilecek insandır…” (Ülker, 2008).


Halk bu yanıtı ayakta alkışlamıştır.


Nutuk Ağır Ceza Mahkemesi’nde…


Nihayet konu Ağır Ceza Mahkemelik oluyor.
1975 yılında, Cafer Tanrıverdi adlı vatandaş, kim bilir kime veya neden bozulmuş, Kayseri de Nutku bastırıp, dağıtıyor.


Yapılan şikâyet üzerine, Kayseri 2. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından kovuşturma yürütülürken, mahkeme bilirkişiye başvuruyor ve bunun üzerine, dönemin Türk tarih Kurumu Başkanı ve Prof. Dr. Enver Ziya Karal, Öğretim Üyesi Sami N. Özerdim, mahkemeye bu metnin Atatürk’e ait olduğunu gösterir bilgi ve belge sunuyor.Bu belgeler arasında, içinde nutkun yer aldığı 1935 baskısı bir dergi de vardır. (Ülker,2008).


Kayseri 2. Ağır Ceza Mahkemesi bunun üzerine Bursa Nutku’nun Atatürk’e ait olduğunu onaylıyor. Bu mahkeme kararından sonradır ki, Bursa Nutku okunur, basılır, dağıtılır hale geliyor.


Ergenekon ve Bursa Nutku


Ergenekon davasının delilleri arasında bulunan “Atatürk’ün Bursa Nutku” İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, İstanbul Emniyet Müdürlüğü, Ankara Emniyet Müdürlüğü ve Türk Tarih Kurumu arasında da yazışmalara yol açtı.


İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı 10 Nisan 2008’de İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne gönderdiği “gizli” yazıda; “…İstanbul’da yürütülen bir soruşturma kapsamında yapılan operasyonda, ‘Mustafa Kemal Atatürk’ün Bursa Nutku 1933’ başlıklı belge ele geçirilmiştir. Söz konusu belge incelenerek, böyle bir nutuk belgesinin olup olmadığının araştırılması, neticenin ivedi olarak başsavcılığa bildirilmesi.”


Konu Ankara Emniyet Müdürlüğü tarafından Türk Tarih Kurumu’na bildirildi. Dönemin TTK Başkanı Prof.Dr.Yusuf Halaçoğlu imzasıyla yapılan açıklamada, TTK arşivinde1966 yılında aynı konuyla ilgili yapılmış bir araştırma bulunduğu kaydedilerek , “Nutuk” diye bilinen sözlerin Atatürk’ün Şubat 1933’te Bursa’da bir akşam yemeğinde yaptığı konuşma olduğu”, açıklanıyordu.


Bornova Cumhuriyet Başsavcılığı’nın 27.9.1966 Tarihinde ve 1966/338 sayılı yazıyla sorduğu bir soru üzerine, Türk Tarih Kurumu Yönetim Kurulu, 24 Ekim 1966 tarihinde toplanarak, “…bu sözlerin Atatürk’ün 1933 Şubat’ında Bursa ‘da yaptığı konuşmadan mealen alınmak suretiyle çeşitli tarihlerde basılmış olduğu kanaatine oybirliğiyle varılmıştır” deniyordu. (Ülker, 2008).



SONUÇ:


Atatürk’ün Bursa Nutku’nun kimi çevreleri rahatsız etmesi son derecede normal ve anlaşılır bir durumdur. Ama böyle bir Nutkun hiç söylenmemiş olduğunu iddia edip, hele bunu kanıtlamaya çalışmak olanak dışıdır.


Bu çaba içine düşenlerin en sık başvurdukları yöntem “dezenformasyon”, yani gerçek olmayan, daha doğrusu yalan olduğu bilinen bilgiler yayarak, bilgi kirliliği yaratmaktır. (İnceoglu, 2009 http://www.yasemininceoglu.com). Örneğin Atatürk’e yakın olduğu bilinen kişilerin ağzından, güya “Atatürk’ün katiyen böyle bir nutuk söylemediğini” dedirtmektir. Bu konuda çok uzun bir isim listesini rastgele yayınlamaktan çekinmezler. Bu kişiler arasında Celal Bayar, Hikmet Bayur, Afet İnan, Falih Rıfkı Atay, Kılıç Ali, Hasan Rıza Soyak gibi ünlüleri özellikle kullanırlar, tamamen yalandır. Bu kişiler, her farkında oldukları bu tür açıklamaları sürekli tekzip etmişlerdir.


Tekin Erer gibi fanatik yazarlar, bununla da kalmamış, hatta böyle bir yemeğin verilmemiş olduğunu bile yazabilmişlerdir. Atatürk’ün böyle bir nutku olamayacağını, çünkü Atatürk’ün o nutku verdiği iddia edilen saatlerde Bursa’da bile olmadığını, Gülcemal Vapuru’nda İstanbul yolunda seyir halinde olduğunu, dolayısıyla “akşam verildiği iddia edilen yemekte de böylece olamayacağı için, bahsedilen nutkun tamamen hayal ürünü olduğunu” çekinmeden yazabilmiştir. (18 Kasım 1966, Son Havadis).


Tekin Erer bunu neye dayanarak iddia etmektedir? Çok zayıf bir varsayıma. Gülcemal Vapuru’nun hareket saatinin 19.30 olmasına dayanarak. Tekin Erer o gece Atatürk’e, önceki ziyaretlerinde olduğu gibi ziyafet verildiğini sanıyor. Oysa ortam bir ziyafet ortamı mı? Buna hiç bakmıyor. Gece yarıları yollara düşüp, hışımla geldiği Bursa’da Hakimi, Savcıyı, Müftüyü görevden aldığı güne üç konuşma sığdıran Atatürk’ün gözü ziyafet mi görür?


Akşam verilen sıradan bir yemektir, amaç bu vesileyle de beraber olmaktır. 6 Şubat günü Bursa’da güneş 17.30’da batmıştır. Bugün de Şubat’ta gene 17.30’da batar ve arkasından hava kararır. Söz konusu yemek, daha sonra ve zaman ölçüsünde kısa tutulmuş ve Atatürk 19.30’da Gemlik’ten Gülcemal’le İstanbul’a hareket edebilecek şekilde Bursa’dan ayrılmıştır. Yanında arkadaşları, bakanları, Yaveri, Genel Sekreteri olmak üzere. Ama değil mi ki bu Nutukla Gazi gerici-yobaz-mürteci kesimi bir kez daha uyarıp ağızlarının payını veriyor ya, onların sözcüleri bugün dahil büyük bir gayretle bu Nutkun hiç söylenmediğini akla hayale gelmez gerekçelerle kanıtlamaya çalışıyorlar. Bu gayret boşunadır. Sebebi de son derecede açıktır. En azından, aynı gün, yani 6 Şubat 1933’de verdiği” resmî demeci “o zaman yeniden hatırlayalım:


“…her halde cahil mürteciler, adaletin pençesinden kurtulamayacaklardır. Hadiseye dikkatimizi bilhassa çevirmemizin sebebi, dini siyaset ve herhangi bir tahrike vesile etmeye asla müsaade etmeyeceğimizin bir defa daha anlaşılmasıdır…”


İşte, bu da resmi demeçten bir parça. Şimdi anlaşılmış mıdır acaba?


Atatürk’ün söylediklerinin üstünü örtmeye çalışanlar, söylemediği sözleri O’na mal etmeye özen göstermişlerdir. Örneğin, aynı makalede bu kez Atatürk’ün olduğu iddia edilen “Türk aleminin en büyük düşmanı komünistliktir. Her görüldüğü yerde ezilmelidir…” sözüne yer verilmiştir. Oysa Atatürk’ün böyle bir sözü hiçbir zaman olmamıştır ve bu söz hayal mahsulüdür.


1964 yılında Adalet Partili Senatör Fethi Tevetoğlu Toprak dergisi’nde bu yazıyı kullanmıştır. Söz konusu dönemde gazeteci ve yazar olan Çetin Altan, “Bu el yazısı Atatürk’e ait değil”, diyerek, İsveç’te kaligrafi konusunda uzman ve uluslar arası düzeyde bilirkişi niteliği taşıyan bir kuruluşa yaptırdığı inceleme sonucunda, bu yazıyla ilgili olarak, “ bu yazının Atatürk’e ait olmadığı” gerçeğini ortaya çıkarmıştır. Bunun üzerine Çetin Altan bu yazıyı yazanı da mahkemeye vermiştir. Mahkeme Çetin Altan’ı haklı bulmuştur. Bunun üzerine, yazıyı yazan Münir Hayri olayı yurt dışındaki mahkemelere taşımıştır. Uluslar arası mahkeme de “o yazının sonradan ekleme olduğuna, Atatürk’e ait olmadığına” karar vermiştir. Daha sonra Münir Hayri o yazıyı “cam üzerinden kopya ettiğini” kabul etmiştir.



Sonuç olarak, yukarıdaki uydurma söz değil ama

“BURSA NUTKU” vardır ve Atatürk bu Nutku tam da bu günler için söylemiştir.


Dr. Orhan Çekiç


KAYNAKÇA:

KOCATÜRK, Utkan, Kaynakçalı Atatürk Günlüğü, 1973.
ŞAHİNGİRAY, Özel, Atatürk’ün Nöbet Defteri, 1955.
GÖZE, Ayferi, Türk Kurtuluş Savaşı ve Devrim Tarihi, 2000.
ÖNDER, Mehmet, Atatürk’ün Yurt Gezileri, 1998.
ÜLKER, Reşit, Atatürk’ün Gizlenen Bursa Nutku, 2008.
KIŞLALI, Ahmet Taner, Kemalizm, Laiklik ve Demokrasi,2001.
GRANDA, Cemal, Atatürk’ün Uşağıydım, 1973.
ATAY, Falih Rıfkı, Çankaya,1973.
SOYAK, Hasan Rıza, Atatürkten Hatıralar, 1973.
KEMAL, Gazi Mustafa, Nutuk, 1928.
ATEŞ, Toktamış, Türk Devrimi, 2003.
YÜCER, Rıza Ruşen, Atatürk’e Ait Birkaç Fıkra ve Hatıra, 1947.
İNCEOĞLU, Yasemin, Dezenformasyon’da Süreklilik, 2009.

http://www.yasemininceoglu.com