Musul Sorunu ve Türkiye
İngiltere-Irak İlişkiler
i

Dr. Bilal N. Şimşir

Dünkü Musul vilayeti, bugünkü Irak’ın kuzey bölümü demektir. Irak, Osmanlı idari taksimatında üç vilâyetten oluşuyordu: Güney’de Basra, ortada Bağdat ve kuzeyde Musul vilâyetleri. Bunlar imparatorluk vilâyetleriydi, her biri bugünkü cumhuriyet illerinden üç beş kat daha genişti.

Musul vilâyetinin 90 bin küsur kilometre karelik bir yüzölçümü ve üç sancağı vardı: Süleymaniye, Musul ve Kerkük sancakları veya livaları.

Basra ve Bağdat vilâyetlerinin nüfusu çoğunlukla Arap, Musul vilayeti nüfusu ise ezici çoğunlukla Türk ve Kürt idi.

30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesi imzalandığı gün Musul şehri ve Musul Vilâyetinin önemli bir bölümü Türkiye’nin elinde bulunuyordu. İngilizler Musul Vilayetini 15 Kasım 1918’de, yani Mütareke imzalandıktan ve silahlar bırakıldıktan 15 gün sonra işgal etmiş ve bu işgali Mütareke Anlaşmasının 7. maddesine dayandırarak meşru göstermek istemişlerdir. Türkiye ise Mütareke imzalandıktan sonra Anadolu ve Trakya topraklarındaki işgalleri tanımadığı gibi. Musul vilayetinin işgalini de haksız saymış ve tanımamıştır.

Osmanlı Millet Meclisi (Meclis-i Mebusan) 28 Ocak 1920 tarihli gizli oturumunda, Misak-ı Milli’yi kabul etti. Misak-ı Milli, güneyde 30 Ekim 1918’teki mütareke sınırını Türkiye’nin devlet sınırı olarak kabul etmiş ve dolayısıyla Musul Vilayeti de Türkiye sınırları içinde sayılmıştı.

İstiklâl Harbi ve 10 Ekim 1922’de imzalanan Mudanya Mütarekesi sonucunda Anadolu ve Doğu Trakya yabancı işgallerinden kurtarıldı. Ama iki bölge hâlâ yabancı işgali altında idi: Biri İstanbul ve Boğazlar Bölgesi; diğeri Musul Vilayeti idi. Bu iki önemli bölgenin kaderi barış konferansında belirlenecekti.

İsmet Paşa Lozan’a giderken hem İstanbul ve Boğazlar bölgesini, hem de Musul Vilâyetini, diplomatik yolla yabancı işgalinden kurtarmak gibi ağır bir görev üstlendi: Türkiye için Musul Vilâyeti önemli, çok önemli idi; ama İstanbul ve Boğazlar bölgesi hayati derecede önemliydi, olmazsa olmazdı ve öncelik taşıyordu. Hükümet tarafından İsmet Paşaya verilen kapsamlı talimatın Musul ile ilgili maddesi şöyleydi:

“Irak sınırı: Süleymaniye, Kerkük ve Musul livaları istenecek, konferansta başka bir durum ortaya çıkarsa Hükümetten talimat alınacak. “

Yedi ay süren Lozan Barış Konferansında büyük ve çetin diplomatik savaşlar verildi. Bu savaşlar sonunda İstanbul ve Boğazlar bölgesi yabancı işgalinden kurtarıldı. Ama Musul vilâyetini kurtarmak mümkün olmadı. İngiltere, nuh dedi, peygamber demedi. Musul konusunda geri adım atmadı. Öyle ki, Musul anlaşmazlığı, bütün Lozan barış sistemini bloke edebilecek, barış antlaşması tehlikeye girebilecek gibi göründü.

Sonunda, Musul sorunu veya Türkiye-Irak sının Lozan Barış Andlaşması’na şöyle girdi (Md. 3, fıkra 2):

“Türkiye ile Irak arasındaki sınır, işbu Antlaşmanın yürürlüğe girişinden başlayarak dokuz aylık bir süre içinde Türkiye ile İngiltere arasında dostça bir çözüm yoluyla saptanacaktır.

Öngörülen süre içindeki Hükümet arasında bir anlaşmaya varılamazsa, anlaşmazlık Milletler Cemiyeti Meclisi’ne götürülecektir.

Sınır konusunda alınacak kararı beklerken, Türk ve İngiliz Hükümetleri, kesin geleceği bu karara bağlı olan toprakların şimdiki durumunda herhangi bir değişiklik yapacak nitelikte hiçbir askeri ya da başka bir harekette bulunmamağı karşılıklı olarak yükümlenirler.”1

Yani Lozan Konferansı, Musul Sorununu halledemedi, Türkiye-Irak sınırını çizemedi. Lozan Barış Anlaşması, Musul anlaşmazlığını ve Türkiye-Irak sınırını askıda bırakılarak imzalandı. Türkiye ile İngiltere varsınlar, başbaşa versinler, bu sorunları kendi aralarında halletsinler denildi. Anlaşamazlarsa ne olacak? O zaman sorunu Milletler Cemiyeti’ne götürsünler, orada davalarını savunsunlar. Kararı Milletler Cemiyeti versin, dediler.

Lozan’da halledilemeyen Musul Anlaşmazlığı Cumhuriyet’e devredilmiş oldu.


I

CUMHURİYET DÖNEMİNDE TÜRK-İNGİLİZ MUSUL ANLAŞMAZLIĞI


Türk-İngiliz Görüşmeleri: Haliç Konferansı
(19 Mayıs - 5 Haziran 1924)

Cumhuriyetin ilanından altı ay kadar sonra, 19 Mayıs 1924’te, Musul konusunda Türk -İngiliz ikili görüşmeleri İstanbul’da başladı. Kasımpaşa’daki eski Bahriye Nezareti binasında yapıldığı için “Haliç Konferansı” olarak da bilinen bu görüşmelerde Türkiye’yi Fethi Bey (Okyar), İngiltere’yi de Irak’taki İngiliz Yüksek Komiseri Sir Percy Cox temsil etti.

Türk Hükümetinin, 26 Nisan’da Fethi Beye verdiği talimat, Lozan Konferansı’na giderken İsmet Paşaya verdiği talimat gibiydi. Bu talimatta da Süleymaniye, Kerkük ve Musul sancaklarının Türkiye’de kalacak şekilde bir sınır çizilmesi öngörülmüştü. Talimatta ayrıca, Türkiye’nin bu talebi yerine getirilirse, bölge petrollerinin işletilmesinde İngiltere’ye ortaklık tanınabileceği dile getirilmişti.2

Fethi Bey, Konferansta yaptığı konuşmada,3 güvenlik konusu üzerinde durdu ve bu konunun Türkiye için “hayati” derecede önemli olduğunu vurguladı.. Türkiye ile Irak arasındaki sınırın keyfi olması halinde, iki ülke arasında sürekli bir anlaşmazlık nedeni olacağını belirtti. Musul’un Türkiye için “ne kadar hayati” bir önem taşıdığının Lozan’da Türk Heyeti’nce kanıtlandığını söyledi. Coğrafî ve ırkî açıdan Musul vilâyetinin Türkiye’den koparılamayacağını tekrarladı. Musul vilâyeti nüfusunun büyük çoğunluğunun Kürt ve Türklerden oluştuğunu, bunun Lozan’da İngiliz heyetince de kabul olunduğunu bildirdi.

Fethi Bey, Türkler ile Kürtlerin siyasi geleceklerini birleştirmiş iki kardeş unsur olduğunu ve tam bir eşitlik içinde bir Cumhuriyet kurduklarını belirtti. Musul Vilayeti’nin de Türklerle Kürtlerin oluşturduğu toplumun bir parçası olduğunu ekledi. Bu yüzden Türkiye Cumhuriyeti’nin etnik sınırının Musul Vilayeti’nin güney sınırına kadar uzaması, tümüyle ayrı bir uygarlık ve dile sahip Arap toprağı olan Irak’ın sınırının ise ancak Musul Vilâyeti’nden sonra başlaması gerektiğini söyledi. Fethi Bey, Musul sorununun Türkiye ile İngiltere ve Irak arasında sürekli bir anlaşmazlığa yol açmayacak biçimde çözümü üzerinde duruyordu.

Musul Vilâyeti’nin kendisini Bağdat Hükümetine bağlı saymadığını öne süren Fethi Bey şu görüşleri dile getirdi: Musul yabancı yönetimi altında bulundukça Türk halkı topraklarının güneyinden güven duyamayacaktır. Musul, Süleymaniye ve Kerkük’ten Türkiye’ye siyasal kışkırtmaklar olacaktır. Türkiye, bu kışkırtmaların önüne geçebilmek için, kalkınmaya ayıracağı kaynakların bir bölümünü savunmada kullanmak durumunda kalacaktır. Bu da sürekli bir barış için gerekli olan iyi komşuluk ilişkilerini sağlamayacaktır. Oysa, Musul sorunu adalete uygun biçimde çözümlenirse, Türkler ve Kürtlerin tek amacı ülkelerinin kalkınması için çalışmak olacaktır.

İngiltere ise Türkiye’ye karşı sert tutumundan bir türlü vazgeçmiyordu. Ocak 1924’te İngiltere’de iktidar değişikliği olmuş, Lloyd George Hükümeti düşmüş, Ramsay McDonald başkanlığında İşçi Partisi Hükümeti kurulmuştu. Lord Curzon da artık Dışişleri Bakanı değildi. Bu değişik sonucunda İngiliz politikasında da değişiklik beklenebilirdi. Ama Musul Konusunda yeni hükümetin tutumunda herhangi bir yumuşama görülmedi.

Tersane Konferansında İngiltere’yi temsil eden Sir Percy Cox’un, Lozan’daki İngiliz delegelerinden daha da ileri gittiği görüldü. Cox, Musul Vilâyeti’nden başka, Türkiye Cumhuriyeti’nin Hakkâri vilâyetini de Irak’a katmaya kalkıştı. İngiltere, Hakkâri’yi Nesturiler için istiyordu. Türkiye’den bir vilâyet koparılacak, burada bir “Neasturi yurdu” kurulacaktı. İngiltere’nin, daha işin başında Türkiye’nin kabul edemeyeceği istekler öne sürerek, ikili görüşmeleri çıkmaza sokmak ve Musul Sorunu’nu Milletler Cemiyeti’ne götürülmesini sağlamak amacı güttüğü sezildi:

Bu durumda Türk-İngiliz görüşmeleri çıkmaza girdi ve Tersane Konferansı, herhangi bir çözüm sağlanamadan 5 Haziran 1924’te dağıldı. Türkiye, görüşmelerin devam etmesini istiyordu. İngiltere ise Türkiye’yi bir olup bitti karşısında bıraktı: “Artık görüşecek bir şey kalmamıştır” iddiasıyla, tek taraflı olarak Musul sorununu Milletler Cemiyeti’e götürdü.

İngiltere Milletler Cemiyeti’ne Başvururken Hakkâri Yöresinde Nesturiler Ayaklanıyor! (6-7 Ağustos 1924)

Evet, İngiltere, Musul anlaşmazlığı konusunda tek taraflı olarak Milletler Cemiyeti’ne başvurdu. Tarih: 6 Ağustos 1924. (Burada zamanlamaya dikkat) İngiltere’nin Milletler Cemiyeti’ne başvurusunun ertesi günü, yani 7 Ağustos 1924 günü, Hakkâri bölgesindeki Nesturiler, çiçeği burnundaki Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı ayaklandırıldı. Cumhuriyet henüz birinci yıldönümünü dahi kutlayamamış iken bir iç ayaklanma ile karşı karşıya bırakıldı. Cumhuriyet Hükümeti, Musul Vilâyeti’ni Türkiye’ye katmak için uğraşırken, küçük ve arkaik bir Hıristiyan toplumu olan Nesturiler, Hakkâri bölgesini Irak’a katmak (yani İngiliz mandası altına sokmak) için ayaklandırılmıştı. Misyoner kılıklı İngiliz subayları Nesturileri silahlandırmıştı ve yönlendiriyordu. İngiliz uçakları da âsi Nesturilere açıkça destek veriyordu...

Burada bir parantez açıp biraz geriye dönelim. İngiliz ve Amerikan misyonerleri tâ 1839 Tanzimat günlerinden beri bu bölgede mekik dokuyorlardı. Türkiye, İran ve Irak sınırlarının kesiştiği Şemdinli, Hakkâri yöreleri İngiliz ve Amerikalı gezginler ve misyonerleri için ilginç ve önemli bulunmuştu. Çünkü Avrupa’dan Hindistan’a en kısa karayolu buradan geçiyordu ve burada Nesturi adında bir Hıristiyan toplumu yaşıyordu. Amerikalı Misyoner Dr. Grand, 1839 yılında, Nestruriler için Aşita’da, bir tepe üzerine kale gibi görkemli bir okul ve misyoner merkezi yaptırmıştı. Nesturi Patriği Mar Şimon da, İngiliz misyoneri Becer’in orada bulunduğu bir sırada kendi konağına İngiliz bayrağını çekmişti...

İngiliz ve Amerikan misyonerlerin Tanzimat döneminde birdenbire güneydoğu Anadolu’ya üşüşmeleri ve Nesturilere aşırı ilgi göstermeleri, o yöredeki Müslümanları haklı olarak kuşkulandırmıştı. Anglikan Kilisesi adına bölgeyi tekrar tekrar dolaşmış ve Londra’da üstüste kitaplar yayınlamış olan W. F. Ainsworth, kantarın topuzunu iyice kaçırmış ve Nesturileri Müslümanlara karşı çok kışkırtmış olduklarını itiraf ediyordu: 1842 yılında Londra’da yayınlamış olduğu Anadolu’da, Mezopotamya’da, Geldani ülkesinde ve Ermenistan’da Geziler ve Araştırmalar adlı kitabında şöyle diyordu:

“Özerkliklerini neredeyse yalnızca inzivada yaşamalarına ve nispeten önemsiz olmalarına borçlu olan Nesturi aşiretlerinden insanlara Hıristiyan ulusların aniden bu kadar aktif biçimde ilgi göstermeleri Nasturilerin Müslümanların gözünde yeni bir önem kazanmalarına yol açtı. Bunun onların yıkılması için ilk adımı oluşturacağından kuşku yok.”4

Yerli Müslümanların kuşkulanmaları haklıydı. Ta Amerika’dan ve İngiltere’den kalkıp Şemdinli, Hakkâri dağlarında sakin sakin yaşayan arkaik bir Hıristiyan toplumunu tutup bir çırpıda kanatlandırmaya çalışan bu misyonerler ve gezginler buralara elbette babalarının hayrı için gelmiyorlardı. 1849 yılında Şemdinli’ye gelip tek tek Nesturi köylerini tespit etmiş ve çeyrek yüzyıl sonra İngiltere Büyükelçisi unvanıyla İstanbul’a dönmüş olan Sir Henry Layard bile burada Nesturileri araştırırken5, Kuzey Irak’taki antik Asuri eserlerini, kanatlı boğa heykellerini vb. yerlerinden söktürüp Londra’ya taşıtmıştı. Layard, British Museum adına uluorta ve çok büyük çapta antika kaçakçılığı yaparken Nesturi köylerinde şikâyetleri de toplamıştı. Nesturiler bir İngiliz ya da Amerikalı görünce hemen dillenip Müslümanlardan gördükleri baskıları anlatmaya koyuluyorlardı. 1849 yılında Şemdinli’de dolaşmış olan Layard şunları anlatıyor:

“Şemdinli piskoposu kardeşini göndermiş. Kardeşi bir çok Hıristiyanı köylerinden İran’a sürmüş olan Bey ‘in (Mirin) zalimliğine atıp tuttu. Ertesi gün zavallı Nesturilerin acıklı durumuna kendim tanık olmalıymışım.

Ertesi gün Nera’dan (Nehriyden) ayrıldık. Ayaklarımızın altındaki vadi...sık Hıristiyan köyleriyle kaplı Şemdinan (Şemdinli) Nesturi bölgesiydi. Bizi görmeye gelen köylüler son derece yoksuldu, çocukları aç ve çıplaktı, erkekler ve kadınlar yarı çıplaktı. Psikopos Mar Hannanişo’yu ziyarete gittik. Yetkisi özellikle Şemdinan vadisindeki birçok Nesturi köyünü kaplıyordu. Herki aşireti yılda iki kez bu Hıristiyanların yerleşim yerlerinden, sürülerini güderek, ekinlere zarar vererek, bir çekirge bulutu gibi geçiyordu...”6

Anlaşılan bu misyoner ve gezginlerin bölgede yapacak çok işleri vardı ve kıyıda köşede kısılıp kalmış görünen Nesturileri, Süryanileri ve de Ermenileri bulup kendi emperyalist politikaları doğrultusunda kullanacaklardı. Tanzimat döneminden beri kullanmaya başlamışlardı. Tek yanlı baskı ve zulüm edebiyatı yapmışlardı. Hıristiyanı Müslümana, Kürdü Nesturiye düşman ediyorlardı. Halkları birbirine düşürüyorlardı. Nesturilere gelip, “Uyanın artık. Devir değişti. Tanzimat geldi. Padişah Ferman verdi. Kürt beyleri artık sizin kılınıza bile dokunamaz. Sizden vergi de alamaz, haraç da alamaz...” diye propaganda yaparken, bir taşla birkaç kuş birden vurmuşlardı. Nesturiyi Kürde karşı, Kürdü de Tanzimat Fermanına ve dolayısıyla hükümete karşı kışkırtmışlardı. İstanbul’da İngiliz Büyükelçisi, ahdi bakımdan yetkisi olmadığı halde Tanzimat Fermanını Hıristiyanlar lehine uygulatmak için Türk Hükümetine sürekli baskı yaparken, Şemdinli’de İngiliz misyoneri ve gezgini, Nesturilere gidip “bu ferman Kürt beylerinin pabucunu dama attı” diye konuşuyordu. Tazıya tut, tavşana kaç hesabı. Ellerini Türkiye’nin içişlerine uzatmışlar, durmadan karıştırıyor, karıştırıyorlardı.

Yöredeki bir Kürt beyi, 1840’larda Anglikan kilisesi adına tekrar bölgeye gelmiş olan İngiliz gezgin Ashword’a “Siz bu ülkeyi almaya gelenlerin habecisisiniz” demiş.7 Kürt Beyi, şaşılacak bir önsezi ile 80 yıl ilerisini görebilmiş! Ve işte 1924 Ağustosunda Nesturiler, bu ülkenin bir parçasını İngiliz mandasına sunmak için silaha sarılmışlardı...

Daha?...Dahası da vardı.

16 Eylül 1924 günü, Trabzon’da bir yurt gezisinde bulunan Cumhurbaşkanı Atatürk, Başbakan İsmet Paşa’dan gizli bir yazı aldı. Konu Nesturi ayaklanmasıydı.

Nesturi ayaklanmasını bastırmak için görevlendirilen alaydan subay ve erlerin firar etmeleri Ankara’da dikkati çekmiş ve kuşku yaratmıştı. Bitlis eski milletvekili Yusuf Ziya ve kardeşi Teğmen Ali Rıza arasında ele geçen şifreli telgraflar kuşkuları daha da arttırmıştı..

Teğmen Ali Rıza, Nesturi ayaklanmasını bastırmakla görevli Beytüşşebap Grubu’na bağlı 18. Alay komutanının emir subayıydı. Teğmen Ali Rıza ve ardından da Yüzbaşı İhsan Nuri birliklerinden kaçmışlardı. Kaçarlarkan de 10 otomatik tüfek ve 380 tüfek götürmüşler, bu subaylarla birlikte 351 er de kaçmıştı. Yusuf Ziya ile kardeşi Teğmen Ali Rıza arasındaki telgraflardaki şifreler de çözülmüştü. Kurtuluş Savaşı’nda Çerkez Ethem’in adamlarıyla birlikte Yunanlıların tarafına geçmesi gibi, 1924 yılında da, Nesturui ayaklanmasını bastırmakla görevlendirilmiş olan yüzbaşı İhsan Nuri ve adamları İngilizlerin tarafına geçmişlerdi. Bir İngiliz ajanı olduğu anlaşılan İhsan Nuri, ertesi yıl Şeyh Sait ayaklanmasında da 1930 Ağrı ayaklanmasında da görülecekti.

Başbakan İsmet Paşanın Gazi Paşaya gönderdiği gizli yazıda olay şöyle anlatılıyordu:

“Beytüşşebap Grubu’na dahil olan (Yusuf) Ziya’nın kardeşi Rıza’nın yanında bulunduğu 18. Alaydan dört subay ve 400 er de Eylülün 3-4 gecesi firar etmişlerdir. Telgraf muhaberatı ve Yusuf Ziya’nın olaydan önce firar edeceğinden söz edişi, kıtalarının firarı ile içerde Van, Bitlis, Siirt bölgelerinde ayaklanma düzenlenmiş olduğunu ve bu ayaklanma sırasında bizzat Erzurum’da bulunarak ya bizzat düzenlenmiş olduğunu gizlemek veya Erzurum yöresinde bir yolda dayanak ve katılım sağlamak istediğini düşündürmüştür. Kaçak subaylardan birinin Zaho’da İngilizlere katılmış olması, ayaklanmanın İngilizlerce düzenlendiği olasılığını akla getirmektedir. Adı geçenlerin tümü tutuklanmıştır.”8

Burada tutuklandığı bildirilen Yusuf Ziya Bey (Koçoğlu), Birinci Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde Bitlis milletvekili idi. Musul’un Irak’a bırakılmaasına şiddetle karşıydı. Bu konuda 6 Mart 1923 günü Meclisin gizli oturumunda ateşli bir nutuk çekmiş, Musul vilâyeti Türkiye’den ayrılırsa İngilizlerin oradaki Kürtleri zehirleyeceğini söylemişti. Yusuf Ziya Bey şöyle konuşmuştu:

“Arkadaşlar temenni ederim ki, Musul Türkiye’nin bir cüz’i densin. Çünkü Türkler ve Kürtlerle meskûn Türkiye’nin bir parçasıdır....Musul’u Türkiye’den ayırmak mümkün değildir... Kürdün ruhuna zehir aşılanmamıştır. Siyaset zehiri aşılanmamıştır. Rica ederim bu zehiri aşılatmayın. İngilizler şırıngasını yanaştırmış, aşılayacak zehirle...Buna mani olunuz arkadaşlar..”9

Anlaşılan, İngiliz’in şırıngası önce Yusuf Ziya Bey’in kendisini aşılamıştı zehirle. Yusuf Ziya Bey, Şeyh Sait ayaklanmasını hazırlayanlardan biriydi.


Milletler Cemiyeti Komisyonu Musul Vilâyetinde iken Doğu Anadolu’da Şeyh Sait Ayaklanması başlatıldı
(13 Şubat 1925)

Milletler Cemiyeti Meclisi, 20 Eylül 1924 günü Musul sorununu görüşmeye başladı. Türkiye’yi temsil eden Fethi Bey (Okyar), etnik, Tarihi, siyasi ve stratejik nedenlerle Musul vilâyetinin Türkiye’de bırakılması gerektiğini savundu. Musul’un kaderini belirlemek için bölgede bir plebisit yapılmasını istedi. En sağlıklı çözümün plebisit ile sağlanabileceğini belirtti.

İngiltere’yi temsil eden Adalet Bakanı Lord Palmoor ise, sorunun, Türkiye-Irak sınırının çizilmesi olduğunu ve sınırların plebisitle çizilemeyeceğini söyledi. Milletler Cemiyeti’nin bir komisyon kurup Musul’a göndermesini istedi.

Türkiye’nin karşı çıkmasına rağmen, Milletler Cemiyeti Meclisi, 30 Eylül 1924 günü, üç kişilik bir komisyon kurmaya karar verdi. Musul sorununu inceleyecek ve halkın nabzını tutacak olan komisyon üyeleri şöyle belirlendi:

Macaristan eski Başbakanı Kont Teleki,

İsviçre’nin Bükreş Elçisi A. Virsen ve

Belçikalı emekli albay A. Poulis

Bu arada Musul yüzünden Türk ve İngiliz askeri birlikleri arasında sınır çatışmaları başladı. Bunun üzerine Milletler Cemiyeti Meclisi, 29 Ekim 1924 günü Brüksel’de toplandı ve Musul’u Hakkâri’den ayıran eski vilâyet sınırını geçici sınır olarak kabul etti. Brüksel Hattı ya da Brüksel Çizgisi adıyla kitaplara geçen bu geçici sınırın ayrıntılı tanımı da yapıldı. (Bu sınır, çok az farkla bugünkü Türkiye-Irak sınırıdır).

Milletler Cemiyeti’nin atadığı Üçlü Komisyon, 13 Kasım 1924’te Cenevre’de toplanarak çalışmaya başladı. 4 Ocak 1925’te Ankara’ya gelip temaslarda bulundu. 16 Ocak’ta Bağdat’a gitti. Türkiye adına eski ordu Müfettişi Cevat Paşa da Komisyona eşlik ediyordu ve paşanın yanına yardımcı uzmanlar da verilmişti.

Irak’ta İngilizlerle Araplar, komisyonu baskı altına almak için çirkin yöntemlere başvurdular. Cevat Paşanın yaveri ile yardımcıları bir ordugâha kapatılarak gözaltına alındı. İngilizler, komisyonun ve Cevat Paşanın yerli halkla temaslarını da elden geldiğince engellemeye çalıştılar.

Üçlü Komisyon, 27 Ocak 1925 günü Bağdat’tan Musul’a geldi. Yerli halkın Cevat Paşa’yı coşkun gösterilerle karşıladığını görümce Komisyon hayretler içinde kaldı. Macar Kont Teleki, Musul’a geldiği gün gördüklerini Komisyon raporunda şöyle anlatmıştır:

“Komisyon’un Musul’a vardığı gün olan 27 Ocak’ta (1925) Mösyö Raddolo ve Mösyö Şarrar eşliğinde, şehirde gezmek istedim. Evimizden çıkarken, üniformasını giymiş olan Cevat Paşa bana eşlik etmeyi teklif etti. Bu üniformanın halk üzerinde yapacağı tesiri görmek istediğimden, paşanın bu teklifini kabul ettim. Sokağa çıkmış ve polis memuru bizi takip etmeğe başlamıştı ki, otuz kadar kişi paşanın etrafını alarak ellerini öptüler ve bir yandan ‘Yaşasın Türkiye’ sesleri yükselmeye başladı. Arkamızdan kalabalık arttı. İki yüz kadar olmuşlardı ve bağırışmalar da çoğalıyordu.

Kışla önünden geçerken birkaç polis memuru müdahale ederek, halkı dağıtmaya çalıştı...Çarşının önüne geldiğimizde kalabalık daha da çoğaldı. Paşa, yeniden alkışlara ve sevgi gösterilerine hedef oldu. Kalabalık, çeşitli unsurlardan oluşmuş görünüyordu... Polis memurları halkı dağıtmak için yeniden gayret göstermeye başladılar...Tam o sırada arkamızda iki polis memurunun bastonla müdahale ettiklerini ve bunlardan birinin çarşıdaki dükkânlardan birine sığınan orta yaşlı bir adama saldırarak dövdüğünü gözümüzle gördük. Şiddete müdahale etmek istiyorum. Bir subay çağırttım ve kendisine dedim ki: ‘Milletler Cemiyeti üyelerinden birinin önünde adam dövmekten sizi menederim.”10

Bu olaydan sonra, Türkiye lehine gösteri yapanlar tutuklandı. Komisyon üyeleri ve personeli de sıkı gözetim altına alındı. Musul’dan sonra Süleymaniye’ye, oradan Kerkük’e, Altınköprü’ye ve Erbil’e geçen komisyon, halkın nabzını tutmaya çalışıyordu. Musul Vilâyeti halkı Türkiye’ye mi katılmak istiyordu, yoksa Irak’a mı? Komisyon bunu araştırıyor ve kendisine verilen isim listesinden bazı kişileri çağırıp “Türkiye’yi mi istersiniz Irak’ı mı?” diye soruyordu. Baskılara rağmen Musul Vilayeti halkının çoğunluğu Türkiye’ye katılmayı isteyecek gibi görünüyordu.

İşte tam bu kritik anda, Milletler Cemiyeti Komisyonu Musul vilâyetinde araştırma yaparken, görünmez bir el yine düğmeye bastı. (Burada da tarihe dikkat) 13 Şubat 1925 günü, Doğu Anadolu’da, Genç iline bağlı Piran’da Şeyh Sait ayaklanması başladı.

Musul sorunu nazik bir dönemde iken, alt ay arayla arka arkaya çıkanlarım Nesturi ayaklanması ile Şeyh Sait ayaklanması, İngiltere’nin ekmeğine yağ sürdü.

Türkiye, Musul vilâyetini kaybetti.


Musul Raporu ve Son Karar

Üçlü Komisyon, Musul hakkındaki raporunu 16 Temmuz 1925 günü Milletler Cemiyeti Meclisi’ne sundu. Raporda, Türklerin 11 yüzyıl boyunca Musul bölgesinde egemen oldukları kabul ediliyordu; ancak Kürtlerin ne Türk ne de Arap oldukları, bölge halkının da Irak’a katılmak konusunda bir coşkusu bulunmadığı, Türkiye’ye katılmak da istemediği, bölgedeki aşiret reislerinin ise Türkiye’ye karşı oldukları, “Brüksel Hattı”nın doğal bir sınır olduğu görüşlerine yer verildi... Sonuç olarak Raporda, anlaşmazlığın bir çözüme bağlanması için bazı şartlarla Musul Vilâyeti’nin Irak’a katılmasının uygun olduğu belirtildi ve Brüksel Hattı, Türkiye-Irak sının olarak kabul edildi.

Raporda belirtilen şartlar şunlardı:

“a) Manda yönetimi, 1928’de biteceği için 25 yıl daha uzatılacaktır.

b) Adaletin yönetilmesi ve okullardaki eğitim için Kürtlere bazı kültürel haklar verilecek.

c) Manda sona erer ve Kürtlere kültürel haklar sağlanmazsa, halk Araplar yerine Türkiye’yi tercih edecektir. Türkiye’nin durumu İrak’tan daha iyi olduğundan, bölgenin o zaman Türkiye’ye devri gerekecektir.

d) Yine de bölgenin taksimine karar verilirse, Küçük Zap suyu sınır olabilir.”11

Milletler Cemiyeti Meclisi, 3 Eylülde, Komisyon raporunu görüşmeye başladı. İngiltere Sömürgeler Bakanı Mr. Amery, yaptığı konuşmada, Musul’un Irak’a bırakılması için Komisyon raporundaki şartları kabul ettiklerini açıkladı.

Türkiye adına konuşan Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Bey (Araş) ise, Komisyonun raporunu eleştirip Türk görüşünü tekrarladı ve Türkiye’nin manda yönetimini tanımadığı için, Musul üzerindeki egemenlik haklarından vazgeçmeyi düşünmediğini söyledi.

Bunun üzerine Milletler Cemiyeti Meclisi, 19 Eylülde, Lahey Milletlerarası Daimi Adalet Divanı’nın istişari mütalasına başvurulmasını kararlaştırdı.

Türkiye, sorunun hukukî değil, siyasi nitelikte olduğu gerekçesiyle Adalet Divanından görüş istenmesine karşı çıktığı gibi ve Türk görüşünü açıklamak üzere Divana bir temsilci göndermeyi de reddetti.

Türkiye’nin temsil edilmediği Lahey Daimi Adalet Divanı da, 21 Kasım 1925 günü, İngiltere’nin istediği doğrultuda görüş bildirdi. Milletler Cemiyeti Meclisi’nin Musul konusunda alacağı kararın “iki taraf için de bağlayıcı” olacağını açıkladı. Şu kararı aldı:

“Taraflar, Lozan Antlaşması’nın 3. maddesinin 2. fıkrasını imzalamakla, sorunun kesin çözümünü sağlamak, yani uyuşmazlık konusu olan sınırları kesin olarak saptamak istemişlerdir. Dolayısıyla Milletler Cemiyeti Meclis’nin bu madde gereğince alacağı Kararın, iki taraf için de bağlayıcı olması gerekmektedir...”12

Milletler Cemiyeti Meclisi, Türkiye’nin karşı çıkmasına rağmen, 8 Aralıkta Divan’ın bu kararını benimsedi; bir hafta sonra, 16 Aralık 1925’de, Musul Vilâyeti’nin Irak’a bağlanmasına ilişkin Üçlü Komisyon kararını kabul etti. Yani Milletler Cemiyeti Musul’u İngiltere’ye bıraktı. Bırakırken, İngiltere ile Irak arasında yeni bir ittifak yapılmasını da isteyen bir karar aldı. İngiltere, bu karar uyarınca Irak’la yeni bir anlaşma yaptığını 18 Ocak’ta Meclise bildirdi. Bunun üzerine Milletler Meclisi, Musul Vilâyeti’nin Irak’a bırakılması kararının kesinleştiğini ilân etti. Tarih 11 Mart 1926.