Milli Mücedele'de Türk Çocukları ve Bir Destan

Prof. Dr. Nuri Köstüklü  

Bilindiği üzere, Milli Mücadele Türk milletinin var olma veya yok olma sınırına geldiği fevkalâde bir dönemi ihtiva eder. 1815 Viyana Konferansı sırasında Batılılar’ın “Hasta Adam” teşhisi koyup paylaşmak istedikleri Osmanlı Devleti, 1918’de Mondros Mütarekesi şartlarına zorlanmış ve artık Anadolu’da Türk varlığına son verilmenin eşiğine gelinmişti. İşte böyle bir ortamda yedisinden yetmişine genç-ihtiyar, kadın-erkek, çoluk-çocuk bütün Türk milleti Mustafa Kemal Paşa’nın önderliğinde bir ölüm-kalım mücadelesine girişti.Türk İstiklal Harbi veya daha geniş anlamıyla Milli Mücadele olarak bilinen bu fevkalâde dönemde, Türk çocuklarının milli sorumluluk şuuru içerisinde gösterdikleri fedakârlık veya çektiği çileler ve eziyetler maalesef tam olarak bilinmemektedir. Halbuki, o dönemin kaynaklarını taradığımızdan Anadolu’nun hemen her köşesinde, özellikle işgal gören yörelerinde, çocukların bir destan misali kahramanlık örnekleri sergilediğini görüyoruz. Öbür taraftan, bu harp döneminde anasını babasını kaybeden ve kimsesiz yetim kalan çocukların durumu ile yalnızca Türk ve Müslüman olduğu için düşman tarafından barbarca katledilen, işkence yapılan, sakat bırakılan çocukların vaziyeti, meselenin bir diğer boyutudur. Şimdi, Anadolu çocuklarının İstiklâl Harbi’ndeki faaliyetlerine ve durumlarına değişik bölgelerden vereceğimiz örneklerle bir göz atalım:  

Fransızlar, Güneydoğu’ya asker çıkarıp buradaki illerimizi işgale başladıklarında, yediden yetmişe bütün yöre halkı düşman işgaline karşı direnişe geçti. Bu öyle bir direniş ve savunma idi ki, Fransızlar âdeta bir bataklığa saplandılar ve neticede buradan nasıl çıkacaklarını bilemediler. Çünkü, askerlikte bir kaide vardır; eğer işgal edilecek bir yeri oranın sivil halkı ne pahasına olursa olsun savunacak olursa, işgalcinin işi çok zorlaşır. Bunun örnekleri Antep’te, Maraş’ta, Urfa’da ve bütün Anadolu’da görülmüştür. Antepli vatandaşlarımız Antep’e “Gazi” unvanını kazandırdılar. Maraş, “Kahraman”; Urfa “Şanlı” oldu.  

Bu mücadelede çocuklar da destan yazdılar. Antep mıntıkasında bunların en meşhurları Antepli Kebapçı Said Ağga’nın oğlu Mehmet, Şahin Bey’in oğlu Hayri, Şehit Yolağasının oğlu Mehmet Ali, Arzuhalci Ali Efendi’nin oğlu İsmail adındaki 11-12 yaşlarındaki çocuklardır. Bu çocuklar Arslan Bey’in başında bulunduğu milis kuvvetin içindeydiler, diğer Kuva-yı Milliyeciler gibi silâhlı olup yeri geldiğinde çatışmalara katılıyor ve çoğu zaman da istihbarat hizmetinde bulunuyorlardı. 1920 yılının Ağustos ayında Antep kuşatmasının sıkışmış olduğu bir günde, Heyet-i Merkeziye, şehrin durumunu, Maraş’a yakın Sam köyünde bulunan Kolordu Komutanı Miralay Selahaddin Adil Bey’e bir rapor halinde yazmak lüzumunu hissetmişti. Hazırlanan mektubu, Fransız kuşatmasını yarıp götürebilecek kişi aranırken, bu çocuklardan İsmail ve Mehmet göreve talip oldular. Mektup Heyet-i Merkeziye tarafından bu iki çocuğa teslim edildi. Bu iki yavrucak silâhlarını bırakıp başlarına keçe külah giyerek bir dilenci kılığına girdiler ve mektubu ilgili komutana ulaştırmak üzere yola çıktılar. Ancak kuşatma altında olan bölgede ilerlerken düşman askerlerine yakalandılar. Mehmet, mektubu bir bağ kütüğü altına saklayarak düşmanın eline geçmesini önledi. Fransız askerleri, casus yakaladık diye bu iki çocuğu komutanları Kurmay Yarbay Abadi’nin huzuruna kadar çıkardılar. Çocukları konuşturmak istediler. Ancak bu çocuklardan: “Bizim babamız anamız şehit oldu. Dilenmek için çıktık. Şehirde yiyeceğimiz yok idi” cevabından başka bir şey işitemeyince, Mehmet ve İsmail’i şehre geri dönmek şartıyla serbest bıraktılar. Akşam vakti yola çıkan bu çocuklara, siperlerdeki düşman askerleri kasten ateş açtılar. İsmail dokuz, Mehmet dört yerinden yaralandı. Düşman mıntıkasında sabaha kadar kan kaybeden çocuklar, sabahleyin Fransızlar’ın cephedeki kendi yaralılarıyla birlikte hastaneye kaldırıldılar. Mehmet’in hastanede ayağı kesilerek hayatı kurtarıldı. Ancak İsmail hastanede şehit oldu. Bir ayağı kesilen Gazi Mehmet hastanede iyileştikten sonra Türkler’de esir bulunan Fransız kuvvetlerindeki iki Senegalli asker ile değiştirilerek Fransızlar’ın elinden kurtarıldı. Gazi Mehmet dönüşünde yine Arslan Bey’in müfrezesine katıldı. Sonuna kadar elinde silâhı tek ayağıyla Milli Mücadele’de bilfiil yer aldı.  

Bu tür kahramanlık örneklerine çok sık rastlıyoruz. Yukarıdaki hadiseye benzer bir kahramanlık da Tarsus’ta yaşandı. Konya’da yayınlanan Babalık Gazetesi’nin muhabiri, Gazete’nin 2 Temmuz 1921 tarihli nüshasında, o tarihte Konya’da hastanede tedavi görmekte olan Tarsuslu küçük kahraman Mehmet’ten uzun uzadıya bahsetmektedir. Yazısından, kendisini hastanede ziyaret ettiğini anladığımız bu küçük kahraman hakkında muhabir, şunları yazmaktadır: “... İşte biz bu menakib-i ulviyenin kahramanları mey anında bir de Tarsus köylerinden Kahraman Mehmet’i görüyoruz. Küçük kahraman Adana cephesinde düşmanla çarpışıldığı zaman Kuva-yı Milliye efradına yemek taşır ve postacılık vazifesini ifâ edermiş. Bir gün yine vazifesini yaparken yüksek ağaçların yeşil dalları arasına tabiye edilmiş bir mitral-yozun püskürttüğü kurşun yağmuruna tutulmuş. Mehmet’in yanındaki iki arkadaşı kaçabilmişler. Fakat bu küçük yavrucak kaçamamış, ilk kurşun kaba etinden girerek sol kasığı yanından çıkmış, Kahraman o sırada can acısıyla bir takla atmış. Bu defa ikinci bir mürüvvetsiz kurşun onun sol bacağını yaralamış. Kahraman olduğu yerde kalmış, Nihayet kendisini almışlar köye götürmüşler, oradan da buraya gönderilmiş. Şimdi hastanede bulunuyor. Birkaç defa ameliyat icra edilmiş. Kahraman küçük yaşıyla o kadar ciddi bir büyük adam ki, konuşurken hatta en gülünecek şeylere bile sırıtkanlık etmiyor. Destan hamasetini âdi bir hadise ve her gün olabilir işlerdenmiş gibi anlatıyor. Hatta ameliyat masasında defeatla neşterler yediği halde kendisinden en küçük bir sabırsızlık, hırçınlık, bağırmak-çağırmak, alâim-i işmizaz (ürperti) ve ızdırap göstermemiş. Şimdi bu küçük “Büyük Gâzi”ye verilecek en büyük mükâfat, yaşadığı müddetçe malûl, kalacağı için tekâüd maaşıdır zannındayız. İyilik yapanlar, fedakârlar, mazhar-ı mükâfat olmalıdırlar ki iyiliğin kadri bilinsin.”  

Adanalı çocukların da Milli Mücadele’de milli bir heyecan ve sorumluluk içinde hareket ettiğini görüyoruz.

12 Haziran 1920’de Fransız ve Ermeniler’den oluşan bir grubun Kahyaoğlu Çiftliği’nde Türkler’e yönelik katliamda, direniş gösteren Türk çocukları da nasibini almıştı. Bu çocuklar içerisinde kurşun ve süngü yarasından ölmeyen 10 yaşındaki Mehmet feci cinayette bir bacağını kaybetmiş ve koltuk değneği ile hayatını sürdürmeye çalışıyordu. O günleri yaşayan Damar Arıkoğlu, bu çocukla ilgili olarak daha sondaki aylarda Sıhhiye Vekili’ne ricada bulunarak suni bir ayak takılmasını ve Mehmet’in yatılı olarak Ziraat Mektebi’ne yerleştirilmesini sağlamıştı.  

Arıkoğlu’nun Adana’daki çocuklarla ilgili şahit olduğu bir olay da işgal sırasında yaşanmıştır:  

Adana’yı Fransızlar işgal ettiklerinde evin balkonundan yoldan geçen işgal kuvvetleri mensubu askerlere beş yaşındaki bir kız çocuğunun tükürmesi, babasının para cezasına çarptırılmasına sebep olmuştu.  

Urfa taraflarından da bir örnek vermek istiyoruz:  

Fransızlar Urfa’dan kaçarlarken 14 yaşında Bozan adındaki bir Türk çocuğu Kuva-yı Milliye önünde harbe iştirak etmiştir. Bu yavrunun kahramanlığını gören halk, Bozan için türkü bile yakmıştı.  

Oturmuş yarasını bağlıyor Fransız askeri hüngür hüngür ağlıyor Be değme! değme Bozan değme Vursun kırsın Fransız’ı, yavruma değme!  

Şebeke dağından indim dereye Atılıyor bombalar, bilmem nereye Türk çeteleri dönmez geriye Be yürü! yürü Bozan Yavrum yürü! Vursun kırsın Fransızlar’ı, aslanım yürü!  

Çocuklar yalnızca cephede çarpışmıyor, posta ve diğer lojistik hizmetlerde de bulunuyorlardı.  

Maraş savunmasında cephane taşıyan ve posta vazifesi gören çocuklar, aynı zamanda askerin moralinin düzelmesine de yardım ediyorlardı.  

Sarıca köyünden 14 yaşındaki Ali, bu bölgedeki askere klavuzluk görevi yapıyordu. Bir seferinde de düşmanın yolunu kesmek için köprüyü uçurma vazifesini aldı ve bu vazifeyi basan ile yerine getirerek bir kahramanlık örneği sergiledi. Daha sonra Yüzbaşı Sıtkı Bey bu çocuğu evlâtlık almış ve Kuleli Askeri Lisesi’ne kaydettirerek okumasını sağlamıştı.  

Aralarında Sarıibrahimli köyünden Duran (Kaleli)’ın da bulunduğu pekçok çocuk dağdaki askere yemek taşıyorlar verilen talimat üzerine o küçük yaşlarında tren raylarını sökerek düşmanın hareket kabiliyetine zarar vermeye çalışıyorlardı.  

Bu bölgeden bir örnek daha verip, Anadolu’nun diğer bölgelerindeki çocuk kahramanlardan bazı örnekler vermek istiyoruz.  

Milli Mücadele yıllarında 10-11 yaşlarında bir çocuk olan Osmaniyeli Pulcu Mehmet oğlu Niyazi Aykan 1991’de, kendisiyle yapılan röportajda şunları anlatıyor:  

“Babam dedi ki, oğlum sana mektup yazayım. Cebelli Yemli Hacı Ali Efendi’ye götür. Hacı Efendi oranın çete başıdır. Mektubu aldım ve Hacı Efendi’ye götürdüm. O da bir mektup yazdı ve bana ‘Bunu Hacı Hüseyin Ağaya götür’ dedi. Araplı’da Hüseyin Ağa’yı bulup mektubu verdim. Sonra Kişnaz’a geçtim. Orada Hakkı Efendi ile görüştüm. O bana yol gösterdi. Bahçe’ye geçtim. Orada Mustafa Efendi’yi buldum. Beni atma bindirip Düziçi’ne götürdü. Orada Sarp’ın ağzına indim. Sarp’ın ağzından Acı Alma mevkiine geldim. Araplı’da Hamza Ağa’nın yanında iki gün kaldım. Daha sonra Osmaniye’ye geldim. Bu kadar dolaşmamın sebebi ise haber götürüp getirmekti. O çevrede kurulan milis kuvvetler arasında mektup taşıyordum. Osmaniye’ye geldiğimde bugünkü Zafer camiinin olduğu yer kilise idi. Ben Ermeni gibi görünerek kiliseye girdim. Ayağımda ham gönden bir çarık, sırtımda yamalıktan oluşan bir kaput vardı. Kilisede bulunan tel örgüleri, Fransız cephanelerini öğrendim. Onları babama anlattım. Babam da bunları yazarak Küllü’ye Hasan Paşa’nın yanına gönderdi. Böylece istihbarat sağlıyorduk”.  

10-11 yaşlarında bir çocuğun bu kadar yeri dolaşması, ancak milli bir mesuliyet duygusunun varlığıyla izah edilebilir.  

Buraya kadar verdiğimiz örnekler, yüzlerce hatta binlerce örnekten ancak birkaçıdır.  

Bütün bu örneklerde görüldüğü üzere çocukların Milli Mücadele sırasındaki hizmetlerini tasnif edecek olursak şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki:  

1- Yeri geldiği vakit eline silâh alıp birfiil çarpışarak cephelerde;  

2- Haber getirip götürmek suretiyle istihbaratta;  

3- Cepheye su, ekmek, mermi vs. taşıyarak lojistik hizmetlerde oldukça faydalı olmuşlardır.  

Şüphesiz çocukların bu tür hizmetleri, yalnızca Fransız işgalinin bulunduğu yörelerde değil Anadolu’nun hemen her tarafında görülüyordu. Şimdi Batı Anadolu’dan bazı çarpıcı örnekler vermek istiyoruz.  

İlk BMM’nde henüz pek kritik bir durumunda bulunan cephelerde olup bitenlerden bahsediliyordu. Bursa Milletvekili Muhiddin Baha (Pars), evvelâ Bursa’yı bir katliamdan kurtarmak bahanesiyle yerli Rumlar’la teşkil edilen heyetin Yunanlılarla temaslarını nasıl telin ettiğini anlattıktan sonra sözünü şöyle bitirmişti:  

“Efendiler, bu sahifeyi burada kapattıktan sonra müsaadenizle bir müşahademi arz edeceğim. Geçenlerde İnegöl cephesinde ağaçlar arasında sis ortasında gazilerimizi ziyaret eder ve onların ayrı ayrı ellerini sıkarken 15 yaşında kadar bir çocuk gördük. Ona ‘Oğlum burada ne yapıyorsun? dedim. ‘Vatani vazifemi yapmaya geldim’ cevabını verdi. ‘Peki hiç muharebeye karıştın mı? Düşmanla cenkleştin mi?’ sualime de ‘evet’ diye katıldığı çarpışmaları, boğuşmaları saymaya başlayınca ben, bu çocuğun karşısında bir parça küçüldüğümü hissettim. Sonra daha ileride yine gaziler arasında ve babasının yanında babasıyla omuz omuza düşmana karşı harp eden 12 yaşında Feridun isminde bir çocuk gördüm ki! Efendiler, bir diyorum ama hangi bir? Cephede her adımda bir böyle henüz çocuk denecek yaşta silâha sarılıp canını fedaya gelmiş nice nice yavrularımız var!.”

 Muhiddin Baha Bey’in “Hangisini sayayım cephede çocuk denecek yaşta nice yavrularımız var” dediği çocuklardan biri de Emekli Süvari Subayı Süleyman Bey’in oğlu İnegöllü Kâmil idi. Bu çocuk bu bölgedeki pekçok muharebeye katıldı. Cumhuriyet döneminde Bursa Işıklar Askeri Lisesi’ni bitirdikten sonra Harp Okulu’na giren Kâmil’e önceki kahramanlıklarından dolayı İstiklâl Madalyası verilmiştir.  

İnegöl mıntıkasında muharebelere katılan Albay Rahmi (Apak) Bey, bu bölgedeki Türk çocuklarının vatan sevgisiyle Yunan’a karşı duydukları nefreti şu örnekle dile getiriyor:  

“Siması hâlâ gözlerimin önünde. Sarı saçlı ak yüzlü bir çocuk. Bir evin içinden çıkan (herhalde kendi evi olacak) bir Yunan askerini kovalıyor. Elinde bir balta. Yunan erinden daha hızlı koşuyor. Ona yetişti, kafasına baltayı indirdi. Yunan eri cansız yere yuvarlandı. Kaçan Yunan arkasına dönüp silâhını veya süngüsünü kullansaydı. Bu çocuğu kolayca öldürebilirdi. Diğer bazı sokaklarda da İnegöllü kadınların bu kaçan perakende Yunan askerlerinin başlarına pencerelerden saksı ve testiler attıklarını öğrendim”

 Yunan işgali ve işgal tehlikesinin bulunduğu Batı Anadolu’nun hemen her tarafında bizzat savaşa katılan, istihbarat ve lojistik alanda hizmet veren sayısız çocuk kahramanlara rastlıyoruz. Yukarıdaki örneklerde görüldüğü gibi bu kahraman çocuklar yalnızca erkek çocuklar değildi. Kahraman kız çocuklarına da çok rastlanıyordu. Kız çocuklarının Milli Mücadele’deki kahramanlıklarına ve hizmetlerine örnek olarak Nezahat Onbaşı’dan bahsetmek istiyoruz:  

Tabur Komutanı Binbaşı Halit Bey’in kızı olan 12 yaşındaki Nezahat, bu küçük yaşına rağmen elinde silâhı asker kıyafetli olarak Türk ordusuyla birlikte çeşitli muharebelere katılmıştı. Bu çocuk Milli Mücadele boyunca 70. Piyade Alayı’nın bir mensubu olarak alayla birlikte tam bir asker gibi, cepheden cepheye koşuyordu. Hatta bu alaya, o bölgede “Kızlı Alay” denmiştir. Ata binmesini ve silâh kullanmasını çok iyi bilen ve kendisine Tümen Komutanı Ahmet Derviş Paşa tarafından “onbaşı” rütbesi verilen bu kız çocuğunun kahramanlığı ve fedakârlıkları TBMM’nin oturumlarına dahi konu olmuştu.  

Meclis’in 30 Ocak 1921 tarihli oturumunda Bursa Milletvekili Operatör Emin Bey (Erkul), muhtelif harp cephelerinde bilfiil çarpışmalara katılan 12 yaşlarındaki Nezahat Hanımın İstiklâl Madalyası’yla taltif edilmesine dair takrir verdi. Bu takrir görüşülürken, söz alan İzmit Milletvekili Hamdi Namık Bey, İstiklâl Madalyası yerine BMM namına bu kıza büyüdüğü zaman çeyizini temin edecek bir hediye verilmesini teklif etti. Bolu Milletvekili Tunalı Hilmi Bey ise, Türk tarihinde bir “paşa hanım” görmek istediğini söyleyerek, Nezahat Hanım’a “miramiral” rütbesinin verilesini istedi. Bütün bu görüşmeler sırasında Nezahat Hanım’ın Milli Mücadele’deki kahramanlıkları ve hizmetleri uzun uzadıya dile getirildi.14 Ancak, Nezahat hakkında söylenenler ve yapılan bu teklifler, Milli Mücadele’nin o sıkıntılı, meşgaleli ve dar günlerinde unutulup gitmiş, Milli Mücadele’nin kahraman çocuklarının bir simgesi olan Nehazat Hanım’la ilgili Meclis’in takdiri zabıtlar içinde tarihin sayfalarında yerini almıştır.  

Buraya kadar, Türk çocuklarının Milli Mücadele’deki kahramanlıklarını, hizmetlerini ve vatan savunmasındaki sorumluluklarını ancak birkaç örnek çerçevesinde vermeye çalıştık. Şunu da unutmamak gerekir ki, çocukların Milli Mücadele’de verdiği bütün bu hizmetlerin fedakârlıkları yanısıra, işkenceler ise işin ayrı bir boyutudur. Milli Mücadele döneminin hemen bütün kaynakları, işgal gören bölgelerde çoluk - çocuk ayrımı yapılmadan katliam ve işkence yapıldığının örnekleriyle doludur. Doğu Anadolu’da Rus ve Ermeniler’in, güneyde Fransızlar’ın ve Ermeniler’in, Batı Anadolu’da Yunanlılar’ın katliamına zulmüne uğrayan Türk çocuklarının sayısının haddi hesabı yoktur. Öte yandan, anasını veya babasını kaybeden kimsesiz ve yetim çocukların durumu da ayrıca içler acısıdır. Sırf Doğu Anadolu’da Ermeni ve Rus katliamları sonucu yetim veya kimsesiz kalan Türk çocukların sayısı 3000 civarındadır.  

Söz buradan açılmışken, Kâzım Karabekir Paşa’nın 15. Kolordu Komutanı olarak Doğu’da bulunduğu yıllarda kimsesiz yetim Türk çocuklarına yönelik icraatlarından kısaca bahsetmek yerinde olacaktır.  

Karabekir Paşa,kendi sorumluluk bölgesinde sayıları 4000’e yaklaşan yetim Türk çocuklarına sahip çıkmış, onlar için eğitim kurumları ve kurslar açmıştır. Sayıları yediyi bulan okullar Erzurum ve Sarıkamış’ta açılmıştı. Yatılı olan bu okullar; okul öncesi, mesleki ve askeri nitelikli idiler. Mesleki nitelikli Erzurum Sanayi Mektebi’nde aynı zamanda üretime dönük eğitim yapılıyordu. Bu şekilde, ayakkabı, elbise vs. alanlarda askerin lojistik ihtiyacına da katkıda bulunuluyordu. Sarıkamış’ta açılan Küçük Sıhhiye Zabit Mektebi mezunlarının sağlık alanında pekçok hizmetleri oldu. Sarıkamış’ta eğitimini sürdüren Askeri İdadi ise bu yıllarda açık bulunan tek askeri lise idi. Çünkü işgaller sebebiyle diğer askeri liseler kapanmıştı. Bu yüzden ileriki yıllarda doğabilecek subay açığını kapatma yönünde Karabekir’in açtığı bu okulun küçümsenmeyecek katkısı olmuştur. Kara Kuvvetleri Kurmay Başkanlığı yapan Orgeneral Zeki İlter, Orgeneral Reşit Pasin Karabekir’in bu okullarda okutup büyüttüğü bakıma muhtaç Türk çocuklarından yalnızca birkaçıdır. Erzurum ve Sarıkamış mıntıkasındaki kimsesiz Türk çocukları bu şekilde Kâzım Karabekir tarafından doyurulmuş ve eğitilmiştir. Açılan okul ve kurslarda her şeyden önce milli duygular ve sorumluluk şuuru, öncelikle kazandırılıyordu.  

Kimsesiz, yetim, bakıma muhtaç Anadolu Türk çocukları içinde belki, Kâzım Karabekir’in mıntıkasında bulunanlar bazıları şanslı sayılabilirdi. Ama Milli Mücadele’nin o kıtlık, yokluk ve çileli günlerinde çocuklar bu mücadeleden fazlasıyla nasibini aldılar. Babası cephede şehit düşen, kimsesiz ve bakıma muhtaç duruma gelen Türk çocuklarının haddi hesabı yoktu. Çocukların içinde bulunduğu bu manzara, destanlara dahi konu oldu.  

Bu cümleden olmak üzere, o günlerde çocukların durumunu ortaya koyan bir destanla sözümüzü bitirmek istiyoruz. Destancı Selahaddin tarafından “Anadolu Şehid Yavrularının Milli Destanı” adıyla Cumhuriyet’in ilk yıllarında yazıldığını tahmin ettiğimiz ve Anadolu kent ve kazalarında destancılar tarafından okunarak 5 kuruşa satılan bu destan, belki de bunun gibi pekçok destandan biridir. Bilindiği üzere destancıların yazdıkları veya halk ozanlarının söyledikleri, toplumun, milletin içinden gelmesi ve sade vatandaşın halet-i ruhiyesine tercümen olması açısından fevkalâde önemlidir.