.

Mustafa Kemal Atatürk

Asla şüphem yoktur ki, Türklüğün unutulmuş büyük medeni vasfı ve medeni kabiliyeti, Ati’nin yüksek medeniyet ufkunda bir güneş gibi doğacaktır.

Türk Birliği’nin bir gün hakikat olacağına inancım vardır. Ben görmesem bile gözlerimi dünyaya onun rüyaları içinde kapatacağım. Türk Birliğine inanıyorum. Yarının tarihi, yeni fasıllarını Türk Birliği ile açacak, dünya sükûnunu bu fasıllar içinde bulacaktır. Türklüğün varlığı bu köhne âleme yeni ufuklar açacak, güneş ne demek, ufuk ne demek o zaman görülecek.
.

.


"Bayrak bir milletin bağımsızlık alâmetidir"



Sayfalar


Milletlerin tarihinde bazı devirler vardır ki, muayyen maksatlara erişebilmek için maddî ve mânevî ne kadar kuvvet varsa hepsini bir araya toplamak ve aynı istikamete yöneltmek lâzım gelir. Yakın senelerde milletimiz, böyle bir toplanma ve birleşme hareketinin mühim neticelerini kavramıştır. Memleketin ve inkılâbın, içeriden ve dışarıdan gelebilecek tehlikelere karşı korunması için, bütün milliyetçi ve cumhuriyetçi kuvvetlerin bir yerde toplanması lâzımdır. Aynı cinsten olan kuvvetler, müşterek gaye yolunda birleşmelidir.

1931 Atatürk

.

Atatürk Hikayeleri

Atatürk Hikayeleri

 
Biz Cumhuriyeti Anlatamamışız Beyler

“Yıl 1936 Atatürk İstanbul’da Florya köşkündedir. Mevsimlerden Sonbahar. Atatürk’ün köşkte halkla temas edememekten ötürü canı sıkılmaktadır. Selanik günlerinden dostu Nuri Conker’e köşkten gizlice kaçmayı teklif eder. Nuri Conker özel bir araba bularak ve Atatürk’de kıyafetini değiştirerek köşkün kapısında bekleyen özel araba ile Çekmece’ye doğru ilerlemeye başlarlar. Atatürk neşelidir. Refakette kimse yoktur. Birden Atatürk’ün gözleri çift süren bir köylüye takılır. Arabayı durdurur. Köylünün yanına gider, çiftin bir yanında öküz, bir yanında merkep vardır. Ulu önder köylü ile konuşmaya başlar. Köylü onu tanımamıştır. Atatürk çifte öküz yerine neden merkep koştuğunu sordu Köylü vergi memurlarının sattığını bildirir. Atatürk muhtar ve kaymakama neden şikayet etmediğini sorar, öküzün satılmaması gerektiğini bildirir. Köylü “onlar bilmez olurlar mı burada kuş bile uçmaz, şimdi Atatürk’ümüz var başımızda” der. Atatürk, Valiye ve Başvekil İsmet Paşa’ya derdini anlatmasını söyler. Köylü onlara derdini işittiremiyeceğini bildirir. Nihayet Mustafa Kemal Paşa’ya derdini anlatmasını tavsiye eden Atatürk’e köylü “O işinden gücünden başını kaldırıp bizim öküzün arkasından mı seyütedecek, sen gönlünü rahat tut beyim, biz işimizi koca oğlanla görürüz tasa etme” der.
Atatürk, Nuri beyle birlikte köşke döner, yaverine İstanbul’daki Bakan Milletvekili ve Başvekil İsmet Paşayı, İstanbul Valisi’ni çağırması emrini verir. Nuri beye de köylü Halil Ağayı köşke getirmesini bildirir. Nuri bey Halil Ağayı köşke bir çok uğraşıdan kendisi ile görüşen zatın zengin olduğunu öküz vereceği vaadini de yaparak, karısının ısrarı üzerine köşke getirir.
Sofrada 25 kişi vardır. Atatürk bir ara hazır bulunanlara “Bu akşam soframıza efendimiz gelecek” der. Herkes şaşırmıştır, kimdir bu efendimiz? Atatürk Başyavere buyursun talimatını verir. Köylü Halil ağa girmemekte diretmektedir. Gevezeliğinin cezasını çektiğine inanır. Nuri bey köylünün koluna girerek salondan içeri sokar.
Atatürk, Halil ağaya hoş geldin dedikten sonra“İşte beklediğimiz efendimiz” diye onu tanıtır. Atatürk orada bulunanlar huzurunda tarlada konuşulanlar ve Halil Ağa’nın herkes hakkında ne dediğini bir bir köylünün kendi ağzından tekrar ettirir. Halil ağa ikramdan sonra ayrılır. Atatürk hazır bulunanlara hitaben “Halil Ağa’nın öküzünü satıp üretimi aksatan kanunu, ya biz yaptık, ya da bizim yaptığımız kanun yanlış yorumlanarak uygulama yapılıyor. Böyle bir kanun yaptıksa memleket çıkarlarına aykırıdır. Nasıl yaparız, eğer yaptığımız kanun böyle yorumlanıyorsa hükümet nasıl bir yönetim içindedir? “Biçiminde konuşarak” Biz Cumhuriyeti süs olsun diye kurmadık. Halktan yana bir idare kurmak için yaptık. Hükümetin müfettişleri, valileri, kaymakamları var. Bunların Halil Ağa’nın öküzünü satmanın ne demek olduğunu bilmeleri gerekir. Bir parti örgütümüz var, halkın içinde dirsek dirseğe yaşamaları gerekli, onlarda böyle bir uygulamadan söz etmiyorlar, ne demektir bu? Bizim halkla beraber ve halk için değil, halka rağmen bir sistem kurduğumuz sanılmaktadır. Asıl üzüldüğüm husus burası. Biz Cumhuriyeti anlatamamışız beyler, bundan bu çıkıyor.”
Atatürk, başta Başbakan ismet Paşa olmak üzere hazır bulunanlara inkılapların yaşamasının bilinçli ve inkılapçı kuşağın yetiştirilmesine bağlı olduğunu, Halil ağaların başına gelenler Hükümet’e ve Büyük Millet Meclisi’ne ulaşmıyorsa tehlike olduğuna değinerek ilgililere gerekli talimatı verdi.”

Bir Türk Cihana Bedeldir

25 Ağustos 1925 Salı günü Atatürk, Mareşal üniformasını giymiş ve göğsüne istiklâl Madalyasını takmış olarak ve beraberlerinde Kastamonu Milletvekilleri Ali Rıza, Mehmet Fuat, Çankırı Milletvekilleri Talât, Ziya, Kütahya Milletvekili Nuri, Rize Milletvekili Fuat Beyler, Paşalar ve yaverleri ile Kastamonu kışlasına giderek askeri teftiş etmişlerdi. Teftişte asker ve subaylara verdiği savaş görevlerinin iyi yapılmasından memnun kalan ATATÜRK
“Gördüklerimden memnunum, iyi çalışmışsınız. Subaylarda çalışmış hepinize teşekkür ederim” demişti.
Bu arada askerin ambar ve koğuşlarını gezmişti. Koğuşların gezisinde tank ve uçak modellerini gören Atatürk yanına iki asker çağırıp
“Serbest dur konuşalım” diyerek tank ve uçaklarla ilgili sorular sormuş ve bu arada koğuş çıkışında “Bir Türk on düşmana bedeldir” levhasını görünce oradaki subayı çağırıp:
-Öyle mi?
-Evet Paşam!
Atatürk başını dikleştirerek,
-Hayır, bence öyle değildir.
“Bir Türk Cihana Bedeldir!” demişlerdir.

Türk Olarak

Atatürk, kendisinin insanüstü bir varlık olduğunu söylemelerini hiç hoş karşılamazdı. Çocukluk arkadaşı Nuri Conker’in sert şakalarını büyük bir neşe ile dinler ve hepimizin önünde tekrarlatırdı.
Bir gün sofradakilerden biri:
- Paşam, demişti, kimbilir çocukluğunuzda ne müstesna bir insandınız. Kimbilir ne eşsiz anılarınız vardır.
Atatürk güldü ve Conker’e döndü:
- Nuri anlatsın, dedi.
Nuri Bey her zamanki şakacı diliyle:
- Bakla tarlasında karga çobanlığı ederdi, yanıtını verdi. Deminki soruyu soran kişi, sözün bu yola dökülmesinden fena halde ürktü. Soruyu ortaya attığına bin kez pişman oldu.
- Aman efendimiz, diyecek oldu, Atatürk hemen sözünü kesti:
- Bana, insanlar üstünde bir doğuş atfetmeye kalkışmayınız. Doğuşumdaki tek olağanüstülük Türk olarak dünyaya gelmemdedir.”

Türk Askeri

Alfabe toplantısında, 29-30 Ağustos 1928 Dolmabahçe.
Şafak söküyordu. Doğacak güneş 30 Ağustos sabahının güneşi idi. Bütün İstanbul, bu büyük zafer hazırlıklarını tamamlamıştı...
Hep birden kalkıldı. Atatürk’ü, Türk yurdunu ve Türk ulusunu kurtaran en büyük zaferin yıldönümünü kutluyorduk.
Ulu Önder, kutlamaları – derinlere bakan gözlerinin dalgınlığı içinde - dinledi, dinledi:
- Bu zaferi kazanan ben değilim, dedi. Bunu asıl, tel örgüleri hiçe sayarak atlayan, savaş meydanında can veren, yaralanan, kendini esirgemeden düşmanın üzerine atılarak Akdeniz yolunu Türk süngülerine açan kahraman askerler kazanmıştır. Ne yazık ki onların her birinin adını Kocatepe sırtlarına yazmak mümkün değildir. Fakat hepsinin ortak bir adı vardır: Türk Askeri.
Kutlamalarınızı onların adına kabul ediyorum.

Vatan İçin

Atatürk’ün rahatsızlığının son günlerinde doktorları Atatürk’ün devlet işleriyle uğraşmasını yasaklamıştı. Ancak, ölümünden otuz altı gün önce Başbakan Celal Bayar hazırlığı tamamlanmış “Üçüncü Beş Yıllık Kalkınma Planı” dosyası ile birlikte Atatürk’ü ziyarete geldi. Celal Bayar planla ilgili olarak bir iki temel konuda Atatürk’ün düşüncelerini öğrenmek istiyordu. Doktorları en çok beş dakika izin verdiler.
Bundan sonrasını Celal Bayar şöyle anlatır:
“Sanki hasta değil, rahat bir uykudan yeni kalkmış gibiydi.
Elimdeki dosyanın ne olduğunu sordu:
- Üçüncü Beş Yıllık Kalkınma Planı’nın son şekli, efendim, dedim.
Eliyle işaret etti.
- Şöyle, yanıma otur, anlat.
Şezlongunu yükseltmelerini ve arkasına bir yastık konulmasını istedi. Göreceği yakınlıkta oturdum. Dinledikçe alakası artıyordu. Verilen beş dakika geçmişti. Genel Sekreteri Hasan Rıza’nın bana bunu hatırlatmak için içeri girdiğini hissetti:
- Gel Soyak, sen de dinle, başbakan çok güzel şeyler anlatıyor, dedi.
Sadece başlıkları okuyor, birkaç cümle ile o bahsi tamamlıyordum. Öğrenmek istediklerimi de öğrenmiştim. Yakın gelecekleri okurcasına:
- Ufukta, yeni bir dünya savaşının bulutları var. Acele edin. Bunların çoğu ordu ve halk ihtiyaçları için şart olan tesisler, Allah muvaffak etsin, acele edin, dedi.
Bunları söyleyen insan birkaç gün önce komadan çıkmıştı.
Sağlığı ile ilgili tek kelime etmedi.

Bırakın Bu Milleti

Kız ve erkek çocukların bir arada okumaya başladıkları sırada, Karadeniz kıyılarında bir inceleme gezisine çıkan Atatürk, 19 Eylül 1924 Cuma günü Rize’de bulunurken Rize ve Pazar müftüleri kendisine bir dilekçe verirler. Atatürk, sunulan dilekçeye göz gezdirdikten sonra biraz sinirli müftülere döner:
- Yaaa?... Demek medreselerin tekrar açılmasını istiyorsunuz? Bu millet, çocuklarını istediği gibi okutmayacak mı? Şimdiye kadar geri kalmamızda, en büyük etkinin ne olduğunu hala bilmiyor musunuz? Hayır, medreseler açılmayacak!.. der ve birdenbire kopan alkış sağanağı içinde sözlerine devam eder.
- Geçiminizi mi düşünüyorsunuz? Rahat olun, ibadetinizle meşgul olun bırakın bu milleti!.. Bu kararı veren Meclis’te, sizden büyük alimler yok mu sanıyorsunuz? Millet, bildiği gibi yapacak... anladınız mı?
Bu sözleri de sürekli alkışlarla karşılanırken yanıbaşındaki valiye dönerek:
- Bu adamlar, burasını ahundlar (İranlı Din Adamı) İran’ı gibi mi yapmak istiyorlar?

Bayrak Çiğnenmez
Atatürk İzmir’in kurtuluşunda halkın coşkun gösterileri arasında kalacağı evin önüne gelince, kapının önüne serilmiş bayrağı görünce durdu: Bu, ipekten kocaman bir Yunan bayrağı idi. Üzerine basılarak geçilecek bir yol halısı gibi serilmişti:
Kapıdaki kalabalık halk yalvarıyordu:
- Buyurunuz, geçiniz. Bizim öcümüzü alınız! Yunan Kralı, bu evden içeri, bizim bayrağımıza basarak girmişti. Siz lütfedin. Bu karşılıkla o lekeyi silin! Burası sizin şehrinizdir. Bu ev sizin evinizdir. Bu hak sizindir.
Atatürk, o yerde serili bayrağın önünde, bulunduğu noktada kaldı. Çevresindekilere tatlılıkla baktı.
- O, geçmişse hata etmiş. Bir ulusun bağımsızlık simgesi olan bayrak çiğnenmez. Ben onun yanlışını tekrar edemem.
Bayrağı yerden kaldırttı, bembeyaz mermerlere basarak içeri girdi.

Geçmiş Olsun

Yugoslavya Kralı Alexander Atatürk’ü ziyarete gelmişti. Atatürk kralla odalarına çıkarlarken, Kral Alexander:
- Size bir sırrımı söyleyeceğim, dedi.
Biraz sonra misafir odasında koltuklara oturdular. Kral:
- Eğer, bazı Avrupa devletlerinin vaadlerine inanmış olsaydık, Yunanlıların yerine Anadolu’ya biz çıkacaktık...
Atatürk gülerek Kralın elini sıktıktan sonra:
- Geçmiş olsun Kral Hazretleri!

Olsun Yenilir

Kurtuluş Savaşı başladığı sırada Atatürk’e dediler ki:
- Nasıl mümkün olur? Ordu yok!
Atatürk hemen cevap verdi:
- Yapılır!
- İyi ama, bunun için para lazım... O da yok?
- Bulunur!..
- Diyelim ki bulduk, düşmanlarımız hem büyük, hem de çok!
- Olsun, yenilir!..
O, dediklerinin hepsini yaptı. Yapamayacağı şeyi asla söylemedi. Bir liderin kendisini milletine sevdirebilmesi için belki ilk şart bu değil midir?

Saygıyla Anacaksın

Büyük insan Atatürk’e, insan Atatürk’e bakınız. İçişleri Bakanı Şükrü Kaya Çanakkale bölgesine denetlemeye gidecek. Veda için ziyaret ettiği zaman Atatürk şöyle diyor:
- Çanakkale’ye gittiğin zaman aziz şehitlerimizi de ziyaret edeceksin. Bu görevi yapacağına şüphe yok. Yalnız nasıl bir nutuk söyleyeceksin. Ben söyleyeyim. Burada yatan aziz şehitlerimiz! Sizi hürmetle, saygı ile anıyoruz, diyeceksin. Mehmetçik anıtının başında, bütün yeteneğinle konuşacaksın. Burada rahat ve huzur içinde yatınız, diyeceksin. Siz olmasaydınız, siz göğüslerinizi çelik kalelere siper etmeseydiniz, bu boğaz aşılır; İstanbul işgal edilir; vatan toprakları istilaya uğrardı, diyeceksin.
- Evet, böyle konuşacağım!
- Hayır, hayır... Sen böylenin üstünde, çok daha başka konuşacaksın. Dünyaya seslenircesine konuşacaksın. Orada, Çanakkale’de yalnız bizim şehitlerimiz değil, bu toprak üstünde kanlarını döken insanları da o kahraman askerleri de hürmetle, saygıyla anacaksın.
- Paşam, ben bunları yapamam; çünkü bu sözler ancak sizin söyleyebileceğiniz yüksek sözlerdir.
- Söyleyeceksin. Çanakkale’den dünyaya karşı böyle konuşacaksın. Senin böyle konuşman gerekir.
Şükrü Kaya Atatürk’ün yanından ayrılıyor ve gece tekrar buluşuyorlar. Atatürk, Şükrü Kaya’ya uzun bir kağıt uzatıyor. Bu, Çanakkale’de söyleyeceği nutuktur. Atatürk bizzat hazırlamıştır ve Şükrü Kaya, bu nutku alıp Çanakkale’ye gidiyor. Orada Mehmetçiğin mezarı başında bu nutku söylüyor. Nutukta Şükrü Kaya’nın yabancı askerlere hitaben belirttiği cümleler şunlardır:
“Bu memleketin toprakları üstünde kanlarını döken kahramanlar! Burada bir dost vatanın toprağındasınız. Huzur ve rahat içinde uyuyunuz. Sizler, Mehmetçiklerle yan yana, koyun koyunasınız. Uzak ülkelerden evlatlarını savaşa gönderen analar! Gözyaşlarınızı dindiriniz. Evlatlarınız, bizim bağrımızdadır. Huzur içindedirler ve huzur içinde rahat rahat uyuyacaklardır. Onlar, bu toprakta canlarını verdikten sonra, artık bizim evlatlarımız olmuşlardır.”
Şükrü Kaya, Atatürk’ün toprağında yendiği milletlere karşı gösterdiği yüksek insanlık hislerinin ifadesini taşıyan cümleleri Çanakkale’de söylüyor, Ankara’ya dönüyor.
Meğer Mehmetçik Anıtı’nın başında söylenen bu sözleri kaydeden birkaç gazeteci varmış. Onlar bu sözleri gazetelerine bildiriyorlar, nutuk dünyaya yayılıyor ve aradan hafta geçmiyor; Şükrü Kaya’ya telgraflar yağıyor. Ta Avustralya, Yeni Zelanda’dan günlerce sonra mektuplar geliyor. Gözleri yaşlı analardan, kardeşlerden, siyasi şahsiyetlerden, askerlerden. Şükrü Kaya, bu konuşmasından dolayı tebrik ediliyor, takdir ediliyor.
Oysaki söz, büyük askere aittir. Ve O büyük asker, dün yendiği milletlere karşı düşmanlık hissi beslememekte, en insani, en medeni hislerle, dostluk elini uzatmaktadır ve bunu Türkiye Cumhuriyeti’nin İçişleri Bakanı’na söyletmektedir. “Yurtta barış, cihanda barış”... Atatürk’ün bu sözünü dünya milletleri arasında düşmanlığın unutulmasından aldığı nasıl belli.

ÖMER SEYFETTiN FORSA

ÖMER SEYFETTiN



 


FORSA


AKDENİZ'in, kahramanlık yuvası sonsuz ufuklarına bakan küçük tepe,
minimini bir çiçek ormanı gibiydi. İnce uzun dallı badem ağaçlarının alaca
gölgeleri sahile inen keçiyoluna düşüyor, ilkbaharın tatlı rüzgârıyla sarhoş
olan martılar, çılgın bağrışlarıyla havayı çınlatıyordu. Badem bahçesinin yanı
geniş bir bağdı. Beyaz taşlardan yapılmış kısa bir duvarın ötesindeki harabe
vadiye kadar iniyordu. Bağın ortasındaki yıkık kulübenin kapısız girişinden
bir ihtiyar çıktı. Saçı sakalı bembeyazdı. Kamburunu düzeltmek istiyormuş
gibi gerindi. Elleri, ayakları titriyordu. Gök kadar boş, gök kadar sakin
duran denize baktı, baktı.

- Hayırdır inşallah! dedi.


Duvarın dibindeki taş yığınlarına çöktü. Başını ellerinin arasına aldı.
Sırtında yırtık bir çuval vardı. Çıplak ayakları topraktan yoğurulmuş
gibiydi. Zayıf kolları kirli tunç rengindeydi. Yine başını kaldırdı. Gökle
denizin birleştiği dumandan çizgiye dikkatle baktı, Ama görünürde bir şey
yoktu.


Bu, her gece uykusunda onu kurtarmak için birçok geminin pupa yelken
geldiğini gören zavallı eski bir Türk forsasıydı. Tutsak olalı kırk yılı
geçmişti. Otuz yaşında, dinç, levent, güçlü bir kahramanken Malta
korsanlarının eline düşmüştü. Yirmi yıl onların kadırgalarında kürek çekti.
Yirmi yıl iki zincirle iki ayağından rutubetli bir geminin dibine bağlanmış
yaşadı. Yirmi yılın yazları, kışları, rüzgârları, fırtınaları, güneşleri onun
granit vücudunu eritemedi. Zincirleri küflendi, çürüdü, kırıldı. Yirmi yıl
içinde birkaç kez halkalarını, çivilerini değiştirdiler. Ama onun çelikten daha
sert kaslı bacaklarına bir şey olmadı. Yalnız aptes alamadığı için.
üzülüyordu. Hep güneşin doğduğu yanı sol ilerisine alır, gözlerini kıbleye
çevirir, beş vakit namazı gizli işaretle yerine getirirdi. Elli yaşına gelince,
korsanlar onu, "Artık iyi kürek çekemez!" diye bir adada satmışlardı.
Efendisi bir çiftçiydi. On yıl kuru ekmekle onun yanında çalıştı. Tanrıya
şükrediyordu. Çünkü artık bacaklarından mıhlı değildi. Aptes alabiliyor, tam
kıblenin karşısına geçiyor, unutmadığı âyetlerle namaz kılıyor, dua
edebiliyordu. Bütün umudu, doğduğu yere, Edremit'e kavuşmaktı. Otuz yıl
içinde bir an bile umudunu kesmedi. "Öldükten sonra dirileceğime nasıl
inanıyorsam, öyle inanıyorum, elli yıl tutsaklıktan sonra da ülkeme
kavuşacağıma öyle inanıyorum!" derdi. En ünlü, en tanınmış Türk
gemicilerdendi. Daha yirmi yaşındayken, Tarık Boğazı'nı geçmiş, poyraza
doğru haftalarca, aylarca, kenar kıyı görmeden gitmiş, rastgeldiği ıssız
adalardan vergiler almış, irili ufaklı donanmaları tek başına hafif
gemisiyle yenmişti. O zamanlar Türkeli'nde nâmı dillere destandı. Padişah
bile onu, saraya çağırtmıştı. Serüvenlerini dinlemişti. Çünkü o, Hızır
Aleyhisselam'ın gittiği diyarları dolaşmıştı. Öyle denizlere gitmişti ki,
üzerinde dağlardan, adalardan büyük buz parçaları yüzüyordu. Oraları
tümüyle başka bir dünyaydı. Altı ay gündüz, altı ay gece olurdu! Karısını,
işte bu, yılı bir büyük günle bir büyük geceden oluşan başka dünyadan
almıştı. Gemisi altın, gümüş, inci, elmas, tutsak dolu vatana dönerken deniz
ortasında evlenmiş, oğlu Turgut, Çanakkale'yi geçerken doğmuştu.
Şimdi kırk beş yaşında olmalıydı. Acaba yaşıyor muydu? Hayalini
unuttuğu, karlardan beyaz karısı acaba sağ mıydı? kırk yıldır, yalnız taht
yerinin, İstanbul'un minareleri, ufku, hayalinden hiç silinmemişti. "Bir
gemim olsa gözümü kapar, Kabataş'ın önüne demir atarım" diye düşünürdü.
Altmış yaşını geçtikten sonra efendisi, onu sözde özgür kıldı. Bu özgür
kılmak değil, sokağa, perişanlığa atmaktı, Yaşlı tutsak bu bakımsız bağın
içindeki yıkık kulübeyi buldu. İçine girdi. Kimse bir şey demedi. Ara sıra
kasabaya iniyor, yaşlılığına acıyanların verdiği ekmek paralarını toplayıp
dönüyordu. On yıl daha geçti. Artık hiç gücü kalmamıştı. Hem bağ sahibi
de artık onu istemiyordu. Nereye gidecekti?


Ama işte, eskiden beri gördüğü rüyaları yine görmeye başlamıştı. Kırk yıllık
bir rüya... Türklerin, Türk gemilerinin gelişi... Gözlerini kurumuş elleriyle
iyice ovdu. Denizin gökle birleştiği yere baktı. Evet, geleceklerdi, kesindi bu,
buna öylesine inanıyordu ki...

- Kırk yıl görülen bir rüya yalan olamaz! diyordu. Kulübe duvarının dibine
uzandı. Yavaş yavaş gözlerini kapadı. İlkbahar bir umut tufanı gibi her yanı
parlatıyordu. Martıların, "Geliyorlar, geliyorlar, seni kurtarmaya
geliyorlar!" gibi işittiği tatlı seslerini dinleye dinleye daldı. Duvar
taşlarının arkasından çıkan kertenkeleler üzerinde geziniyorlar, çuvaldan
giysinin içine kaçıyorlardı, gür, beyaz sakalının üstünde oynaşıyorlardı. Yaşlı
tutsak rüyasında, ağır bir Türk donanmasının limana girdiğini görüyordu.
Kasabaya giden yola birkaç bölük asker çıkarmışlardı. Al bayrağı uzaktan
tanıdı. Yatağanlar, kalkanlar güneşin yansımasıyla parlıyordu. Bizimkiler!
Bizimkiler! diye bağırarak uyandı. Doğruldu. Üstündeki kertenkeleler
kaçıştılar. Limana baktı. Gerçekten, kalenin karşısında bir donanma gelmişti.
Kadırgaların, yelkenlerin, küreklerin biçimine dikkat etti. Sarardı. Gözlerini
açtı. Yüreği hızla çarpmaya başladı. Ellerini göğsüne koydu. Bunla~ Türk
gemileriydi. Kıyıya yanaşıyorlardı. Gözlerine inanamadı.


"Acaba rüyada mıyım?" kuşkusuna kapıldı. Uyanıkken rüya görülür
müydü? İyice inanabilmek amacıyla elini ısırdı. Yerden sivri bir, taş parçası
aldı. Alnına vurdu. Evet, işte hissediyordu.
Uyanıktı. Gördüğü rüya değildi. O uyurken, donanma burnun arkasından
birdenbire çıkıvermiş olacaktı. Sevinçten, şaşkınlıktan dizlerinin bağı çözüldü.
Hemen çöktü. Karaya çıkan bölükler, ellerinde al bayraklar, kaleye doğru
ilerliyorlardı. Kırk yıllık bir beklemenin son çabasıyla davrandı. Birden
kemikleri çatırdadı. Badem ağaçlarının çiçekli gölgeleriyle örtülen yoldan
yürüdü. Kıyıya doğru koştu, koştu. Karaya çıkan askerler, ak sakallı bir
ihtiyarın kendilerine doğru koştuğuna görünce:

- Dur! diye bağırdılar. İhtiyar durmadı, bağırdı:
- Ben Türk'üm, oğullar, ben Türk'üm.
- ...
Askerler onun yaklaşmasını beklediler. İhtiyar, Türklerin yanına yaklaşınca
önüne ilk geleni tutup öpmeye başladı. Gözlerinden yaşlar akıyordu. Haline
bakanlar üzülmüşlerdi. Biraz heyecanı dinince sordular:

- Kaç yıldır tutsaksın?
- Kırk!
- Nerelisin?
- Edremitli.
- Adın ne?
- Kara Memiş.
- Kaptan mıydın?
- Evet...

İhtiyarın çevresindeki askerler birbirine karıştı. Bir çığlıktır koptu. "Bey'e
haber verin!... Bey'e haber verin!" diye bağrışıyorlardı. İhtiyarın kollarına
girdiler. Kuş gibi deniz kenarına uçurdular. Bir sandala koydular. Büyük
bir kadırgaya çıkardılar. Askerin içinde onun kahramanlık serüvenlerini
bilmeyen, ününü duymayan yoktu. Biraz güvertede durdu. Sevinçten
şaşırmış, aptallaşmıştı. Ayağına bir çakşır geçirdiler. Sırtına bir kaftan
attılar. Başına bir kavuk koydular.
- Haydi, Bey'in yanına! dediler.
Onu kadırgaya getiren askerlerle birlikte büyük geminin kıçına doğru yürüdü.
Kara palabıyıklı, sırmalı giysisinin üzerine demir, çelik zırhlar giymiş iri bir
adamın karşısında durdu.

- Sen kaptan Kara Memiş misin?
- Evet! dedi.
- Hızır Aleyhisselam'ın geçtiği yerlerden geçen sen misin?
- Benim.
- Doğru mu söylüyorsun?
- Niye yalan söyleyeceğim?
- Aç bakayım sağ kolunu. ,

İhtiyar, kaftanın altından kolunu çıkardı. Sıvadı. Bey'e uzattı. Pazısında
haç biçiminde derin bir yara izi vardı. Bu yarayı, gecesi altı ay süren bir
adadan karısını kaçırırken almıştı. Bey, ellerine sarıldı. Öpmeye başladı.

- Ben senin oğlunum! dedi.
- Turgut musun?
- Evet...

İhtiyar tutsak sevincinden bayılmıştı. Kendine gelince oğlu, ona:

- Ben karaya cenk için çıkıyorum. Sen gemide rahat kal, dedi.

Eski kahraman kabul etmedi:

- Hayır. Ben de sizinle cenge çıkacağım.
- Çok yaşlısın baba
- Ama yüreğim güçlüdür.
- Rahat et! Bizi seyret!
- Kırk yıldır dövüşü özledim.

Oğlu, babasının ellerine varıp; vatanını, sevdiklerini göremeden seni tekrar
kaybetmeyelim baba diye yalvararak, öptü. İhtiyar, kafasını kaldırdı, göğsünü
kabarttı, daha bir gençleşmiş gibiydi. Bayrağı işaret ederek:
- Şehit olursam bunu üzerime örtün! Vatan al bayrağın dalgalandığı yer
değil midir? dedi.

ÖMER SEYFETTiN ANT

ÖMER SEYFETTiN


 


ANT


BEN Gönen'de doğdum. Yirmi yıldır görmediğim bu kasaba, düşümde artık bir serap gibiydi. Birçok yeri unutulan, eski, uzak bir rüya gibi oldu. O zaman genç bir yüzbaşı olan babamla her zaman önünden geçtiğimiz Çarşı Camii'ni, karşısındaki küçük, harap şadırvanı, içinde binlerce kereste tomruğu yüzen nehirciği, bazen yıkanmaya gittiğimiz sıcak sulu hamamın derin havuzunu şimdi hatırlamaya çalışıyorum. Ama beyaz bir unutuş dumanı önüme yığılır. Renkleri siler, şekilleri kaybeder... Pek uzun gurbetlerden sonra vatanına dönen bir adam, doğduğu yerin ufkunu koyu bir sis altında bulup da, sevdiği şeyleri uzaktan bir an önce göremediği için nasıl hüzünlenirse, ben de tıpkı böyle meraka, sabırsızlığa benzer bir acı duyarım. O, her akşam sürülerle mandaların, ineklerin geçtiği tozlu, taşsız yollar, yosunlu, siyah kiremitli çatılar, yıkılacakmış gibi duran büyük duvarlar, küçük, ahşap köprüler, uçsuz bucaksız tarlalar, alçak çitler hep bu duman içinde erir... Yalnız evimizle okulu gözümün önüne getirebilirim.
Büyük bir bahçe... Ortasında köşk biçiminde yapılmış bembeyaz bir ev... Sağ köşesinde her zaman oturduğumuz beyaz perdeli oda... Sabahları annem beni bir bebek gibi pencerenin kenarına oturtur, dersimi tekrarlatır, sütümü içirirdi. Bu pencereden görünen avlunun öbür yanındaki büyük toprak rengi yapının camsız, kapaksız tek bir penceresi vardı. Bu siyah delik beni çok korkuturdu. Yemeklerimizi pişiren, çamaşırlarımızı yıkayan, tahtalarımızı silen, babamın atına yem veren, av köpeklerine bakan hizmetçimiz Abil Ana'nın her gece anlattığı korkunç, bitmez hikâyelerdeki ayıyı, bu karanlık pencerede görür gibi olurdum. Bu kuruntuyla, rüya dinlemek, yorumlamak merakında olan zavallı anneme her sabah ayılı rüyalar uydurur; iri, kuzgun bir ayının beni kapıp dağa götürdüğünü, ormandaki inine kapadığını, kollarımı bağladığını, burnumu, dudaklarımı yediğini, sonra Bayramiç yolundaki su değirmeninin çarkına attığını söyler, ona birçok, "Hayırdır inşallah..." dedirtirdim. Yorumlarken benim büyük bir adam, büyük bir bey, büyük bir paşa olacağımı, bana kimsenin kötülük yapamayacağını, güvenceyle sundukça, yalan söylediğimi unutur, ne kadar sevinirdim...
Nasıl sokaklardan, kiminle giderdim? Bilmiyorum... Okul bir katlı, duvarları badanasızdı. Kapıdan girilince üstü kapalı bir avlu vardı. Daha ilerisinde küçük, ağaçsız bir bahçe... Bahçenin sonunda ayakyolu, çok kocaman aptes fıçısı... Erkek çocuklarla kızlar karmakarışık otururlar, birlikte okur, birlikte oynarlardı. "Büyük Hoca" dediğimiz, kınalı, az saçlı, kambur, uzun boylu, yaşlı, bunak bir kadındı. Mavi gözleri pek sert parlar, gaga gibi iğri, sarı burnuyla, tüyleri dökülmüş hain, hasta bir çaylağa benzerdi. "Küçük Hoca" erkekti. Büyük Hoca'nın oğluydu. Çocuklar ondan hiç korkmazlardı. Sanırım biraz aptalcaydı. Ben arkadaki rahlelerde, Büyük Hoca'nın en uzun sopasını uzatamadığı bir yerde otururdum. Kızlar, belki saçlarımın açık sarı olmasından, bana hep "Ak Bey" derlerdi. Erkek çocukların büyücekleri ya adımı söylerler ya da "Yüzbaşı oğlu" diye çağırırlardı. Sınıf kapısının açılmayan kanadında sallanan "geldi - gitti" levhası yassı, cansız bir yüz gibi bize bakar, kalın duvarların tavana yakın dar pencerelerinden giren donuk bir aydınlık, durmadan bağıran, haykırarak okuyan çocukların susmaz, keskin çığlıklarıyla sanki daha da ağırlaşır, bulanırdı... Okulda yalnız bir tür ceza vardı: Dayak... Büyük suçlular, hatta kızlar bile falakaya yatarlardı. Falakadan korkmayan, titremeyen yoktu. Küçük Hoca'nın ağır tokadı... Büyük Hoca'nın uzun sopası... ki rasgeldiği kafayı mutlaka şişirirdi. Ben hiç dayak yememiştim. Belki kayırıyorlardı. Yalnız bir defa Büyük Hoca, kuru, kemikten elleriyle yalan söylediğim için sol kulağımı çekmişti. O kadar hızlı çekmişti ki, ertesi günü bile yanıyordu. Kıpkırmızıydı. Oysa suçum yoktu. Doğru söylemiştim. Bahçedeki aptes fıçısının musluğu koparılmıştı. Büyük Hoca suçu yapanı arıyordu. Bu, mavi cepkenli, kırmızı kuşaklı, hasta, zayıf bir çocuktu. Haber verdim. Falakaya konacaktı. İnkâr etti. Sonra diğer bir çocuk çıktı. Kendi kopardığını, onun suçu olmadığını söyledi. Yere yattı. Bağıra bağıra sopaları yedi. O zaman Büyük Hoca, "Niçin yalan söylüyor, bu zavallıya iftira ediyorsun?" diye kulağıma yapıştı. Yüzünü buruşturarak darıldı. Ağladım. Ağladım. Çünkü yalan söylemiyordum. Evet, musluğu koparırken gözümle görmüştüm. Akşam üstü, okut dağılırken dayağı yiyen çocuğu tuttum:
Niçin beni yalancı çıkardın? dedim. Musluğu sen koparmamıştın...
Ben koparmıştım. Hayır, sen koparmamıştım. Öbür çocuğun kopardığını ben gözümle gördüm. Direnmedi. Yüzüme baktı. Bir an öyle durdu. Eğer hocaya. söylemeyeceğime yemin edersem, saklamayacaktı. Anlatacaktı. Ben hemen meraklanıyordum:
Musluğu Ali koparmıştı, dedi, ben de biliyordum. Ama o çok zayıf, hem hastadır. Görüyorsun, falakaya dayanamaz. Belki ölür, daha yataktan yeni kalktı.
Ama sen niçin onun yerine dayak yedin?
Niçin olacak. Biz onunla ant içmişiz. O bugün hasta, ben iyi, kuvvetliyim. Onu kurtardım işte. Pek güzel anlamadım. Tekrar sordum:


Ant ne?
Bilmiyor musun?
Bilmiyorum!


O vakit güldü. Benden uzaklaşarak karşılık verdi:
Biz birbirimizin kanlarını içeriz. Buna "ant içmek" derler. Ant içenler kan kardeşi olurlar. Birbirlerine ölünceye kadar yardım ederler, dertli günlerinde birbirlerine koşarlar. Sonra dikkat ettim, okulda birçok çocuk, birbirleriyle ant içmişlerdi. Kan kardeşiydiler. Bazı kızlar bile kendi aralarında ant , içmişlerdi. Bir gün, bu yeni öğrendiğim göreneğin nasıl yapıldığını da gördüm. Yine arka rahlelerdeydim. Küçük Hoca aptes almak için dışarı çıkmıştı. Büyük Hoca, arkasını bize çevirmiş, yavaş yavaş, bir sümüklüböcek kadar ağır, namazını kılıyordu. İki çocuk tahta saplı bir çakıyla kollarını çizdiler. Çıkan büyük, kırmızı damlayı kolları üzerinde bu çizgiye sürdüler. Kanlarını karıştırdılar. Sonra birbirlerinin kollarını emdiler. Ant içerek kan kardeşi olmak... Bu beni düşündürmeye başladı. Benim de kan kardeşim olsa, hocaya kulağımı çektirmeyecek, üstelik falakaya yatacağım zaman beni kurtaracaktı. Koca okulun içinde kendimi yapayalnız, arkadaşsız, koruyucusuz sanıyordum, anneme düşüncemi, her çocuk gibi birisiyle ant içmek istediğimi söyledim. Andı tanımladım. Razı olmadı:
Öyle saçmalıklar istemem. Sakın yapma ha... diye uyardı beni. Ama ben dinlemedim. Aklıma ant içmeyi koymuştum. Fakat kiminle? Bir rastlantı, beklenmeyen bir kaza bana kan kardeşimi kazandırdı. Cuma günleri bizim evin bahçesine ,bütün komşu çocukları toplanırlardı. Akşama kadar birlikte oynardık. Arkamızdaki evlerin sahibi Hacı Budak'ların benim kadar bir çocukları vardı ki, en çok adı hoşuma giderdi: Mıstık... Bu sözcüğü söylerken tad duyar, boyuna tekrarlardım. Öylesine uyumluydu ki... Kızlar bu güzel ada uydurulmuş kafiyeleri, Mıstık'ı bahçede, sokakta görünce bir ağızdan söylerlerdi; hâlâ hatırımda.


Mustafa Mıstık,
Arabaya kıstık,
Üç mum yaktık,
Seyrine Baktık!


diye bağrışırlar, ellerini yumruk yaparak ona karşı dururlardı. Mıstık hiç kızmazdı. Gülerdi. Biz de, bazen bu dörtlüğü bağırarak tekrarlar, eğlenirdik. Bu mini mini şiir, benim hayalimi bile etkilemişti. Rüyamda, birçok arsız kızın Mıstık'ı büyük bir göçmen arabasına sıkıştırarak, çevresinde üç mum yakarak seyrine baktıklarını görürdüm. Niçin Mıstık öyle uslu dururdu. Niçin birden fırlayıp bu kızlara birkaç tokat atmaz, sıkıştığı katran kokulu arabadan kurtulmazdı? Hepimizden güçlüydü. Adı gibi her yanı yuvarlaktı; başı, kolları, bacakları, bedeni... Hatta elleri... Bütün çocukları güreşte yenerdi... Yazın her cuma sabahı büyük bir deste söğüt dalı getirirdi. Bu dallardan kendimize atlar yapar, cirit oynar, yarışa çıkardık. Yarışta da tümümüzü geçerdi. Onu hiçbirimiz tutamazdık. İşte yine böyle bir cuma günü, Mıstık söğüt dallarıyla geldi. Ben uzununu kendime ayırdım. Öbürlerini çocuklara dağıttım. Bir çakıyla bu dalların ucunu keser, kabuklarından iki kulak, bir burun çıkartır, tıpkı bir at başına benzetirdik. Bunu en güzel ben yapardım.
Kendi atımı yapıyordum. Mıstık'la diğer çocuklar sıralarını bekliyorlardı. Nasıl oldu, farkına varmadım, söğüdün kabuğu birden yarıldı. Arasından kayan çakı sol elimin işaret parmağını kesti. Sulu, kırmızı bir kan akmaya başladı. O anda aklıma bir şey geldi: Ant içmek...
Parmağımın acısını unuttum, Mıstık'a,
Haydi, dedim, bak elim kesildi. Kan kardeşi olalım. Sen de kes...
Siyah gözlerini yere dikerek, büyük, yuvarlak başını salladı:
Olur mu ya... Ant için kol kesmek gerek...
Canım ne zararı var? diye üsteledim, kan değil mi? Hepsi bir. Ha koldan, ha parmaktan... Haydi, haydi!... 'Razı oldu. Elimden aldığı çakıyla kolunu, üstelik biraz derince kesti. Kanı o kadar koyuydu ki, akmıyor, bir damla halinde kabarıyor, büyüyordu: Parmağımın kanıyla karıştırdık. Önce ben emdim. Tuzlu, sıcak bir şeydi. Sonra o da benim parmağımı emdi. Bilmiyorum, aradan ne kadar zaman geçti? Belki altı ay... Belki bir yıl... Mıstık'la kan kardeşi olduğumuzu unutmuştum nedense. Yine birlikte oynuyor, okuldan eve birlikte dönüyorduk. Bir gün hava çok sıcaktı. Büyük Hoca, bize yarım günlük tatil verdi. Tıpkı perşembe günü gibi...
Mıstık'la sokağın tozları içinde yavaş yavaş yürüyorduk. Ben fesimin altına mendilimi koymuştum... Terimi silemediğim için yüzüm sırılsıklamdı. Büyük, geniş bir yoldan geçiyorduk. Kenarda yığılmış bir duvarın temelleri vardı. Birdenbire karşıdan iri, kara bir köpek çıktı. Koşarak geliyordu. Arkasından birkaç adam kalın sopalarla kovalıyorlardı. Bize, "Kaçınız, kaçınız, ısıracak!.." diye bağırdılar. Korktuk, şaşırdık. Öyle kaldık. Önce ben biraz kendimi toplayarak, "Aman, kaçalım..." dedim. Gözleri ateş gibi parlayan köpek bize yetişmişti. O zaman Mıstık, "Sen arkama saklan!..." diye haykırdı, önüme geçti. Köpek ona saldırdı. İlkin hızla birbirlerine çarptılar. Sonra tıpkı güreşir gibi boğaz boğaza geldiler. Köpek de ayağa kalkmıştı. Biraz böyle savaştıktan sonra ikisi de yere yuvarlandılar. Mıstık'ın küçük fesi, mavi yemenisi düştü. Bu savaş, bana pek uzun geldi. Titriyordum. Sopalı amcalar yetiştiler. Köpeğe odunlarının bütün gücüyle birkaç tane indirdiler. Mıstık kurtuldu. Zavallının kollarından, burnundan kan akıyordu. Köpek, kuyruğunu bacaklarının arasına sıkıştırmış, ağzı yerde, dörtnala kaçtı.
Mıstık, "Bir şey yok... Acımıyor... Biraz çizildi..." diyordu. Evine götürdüler. Ben de hemen evimize koştum. Anneme başımıza geleni anlattım. Abil Ana, beni yere yatırdı. Uzun uzadıya kasıklarıma, korku damarlarıma bastı. Öyle bir duâ okuyarak yüzüme üfledi ki, sarmısak kokusundan aksırdım. Ertesi günü Mıstık okula gelmemişti. Daha ertesi günü yine gelmedi... Anneme, Hacı Budak'lara gidip Mıstık'ı görmemizi söyledim. Hastaymış yavrum, dedi, inşallah iyi olunca yine oynarsınız, şimdi rahatsız etmek ayıptır. Ondan sonra ben her zaman Mıstık'ı iyileşmiş bulacağım umuduyla okula gittim.
Ne yazık ki, o hiç gelmedi... Köpek kuduzmuş. Baktırmak için Mıstık'ı Bandırma'ya götürdüler. Oradan İstanbul'a göndereceklerdi.
Sonunda bir gün işittik ki, Mıstık ölmüş...
Erken kalktığım açık, bulutsuz sabahlar, herkes gibi bana da çocukluğumu hatırlatır. Belleğimde sonsuz ve mor bir tanyeri ülkesi gibi kalan doğduğum yeri gözümün önüne getirmek isterim. Ve hep, farkında olmayarak sol elimin işaret parmağına bakarım. Birinci boğumun üstünde hâlâ beyaz çizgi şeklinde duran bir küçük yara izi, bence çok kutsaldır. Andı için ölen, hayatını mahveden kahraman kan kardeşimin, sıcak dudaklarını tekrar parmağımın ucunda duyar, beni kurtarmak için kendisinden büyük, kudurmuş, iri ve kara çoban köpeğiyle pençeleşen o aslan ve kahraman hayalini görürüm.
Ve ulusumuzdan, sezgilerle bezeli Türklükten uzaklaştıkça, daha kokuşmuş derinliklerine yuvarlandığımız karanlık uçurumun, bu ahlak ve bozuculuk, vefasızlık ve bencillik, bayağılık ve miskinlik cehenneminin dibinde, üzgün ve şartlanmış kıvranırken, saf ve nurdan, geçmiş, kaybolmuş bir cennetin gerçekten uzak bir serabı halinde karşımda açılır...
Beni mutlu eder.
Saatlerce Mıstık'ın anısıyla, bu aziz ve soylu üzüntünün eskiyip, unutuldukça daha çok değeri artan tatlı hüzünlü acısından tat duyarım...


ÖMER SEYFETTiN


Sorsanız ki:
Onun ana dili ne?
Türkçe!
Dini?
İslâm…O halde bu adam ‘halis Türk’ demelisin!

Atatürk Gençler hakkında ..

Atatürk Gençler hakkında ..








 


Bu memleketin gençliği, hakkımda pek büyük sevgi gösterdi. Bu kadar lâyık olduğumu bilmiyordum. Arkadaşlar! Bu memleketi ve bu milleti asırlardan beri berbat edenler çoktan ölmüştür. Bütün gençlik, buna iman etmelidirler. Bizim kanımız akmadıkça bunlar bir daha avdet etmeyecektir. 1924



Gelecek için hazırlanan vatan evlâdına, hiçbir güçlük karşısında baş eğmeyerek tam sabır ve dayanma ile çalışmalarını ve öğrenimdeki çocuklarımızın anne ve babalarına da yavrularının tahsillerinin tamamlanması için her fedakârlığı göze almaktan çekinmelerini tavsiye ederim. Büyük tehlikeler önünde uyanan milletlerin, ne kadar kararlı olduklarını tarih doğrulamaktadır. Silâhıyla olduğu gibi kafasıyla da mücadele mecburiyetinde olan milletimizin, birincisinde gösterdiği kudreti ikincisinde de göstereceğine asla şüphem yoktur. 1921



Çocuklarımız ve gençlerimiz yetiştirilirken onlara bilhassa varlığı ile, hakkı ile, birliği ile çelişen bütün yabancı unsurlarla mücadele lüzumu ve millî düşünceleri tam bir imanla her mukabil fikre karşı şiddetle ve fedakârane savunma zorunluğu aşılanmalıdır. Yeni neslin bütün ruhsal kuvvetlerine bu özellik ve kabiliyetin zerki mühimdir. Daimî ve müthiş bir savaş şeklinde beliren milletler hayatının felsefesi, bağımsız ve mesut kalmak isteyen her millet için bu yüksek özellikleri şiddetle istemektedir. Yeni kuşağın taşıyacağı manevî özellikler yanında kuvvetli bir fazilet aşkı ve kuvvetli bir intizam ve inzibat fikrinden de bahsetmek zaruretindeyim. 1921



Gençliğin çalışkan, duyarlı ve milliyetçi yetişmesi esas dileklerimizdendir. Gençlik, her türlü faaliyetlerinde Cumhuriyet kanunlarına ve Cumhuriyet kuvvetlerinin usul ve kaidelerine riayetkâr bulunmaya da dikkatli olmalıdır. Cumhuriyet Hükûmeti‟nin millî meselelerde vazifesini bilir olduğuna ve kanunların ve adlî kuvvetlerin adaletine emin olunuz. 1933



Siz, genç arkadaşlar, yorulmadan beni izlemeye söz vermişsiniz. İşte ben bilhassa bu sözden çok duygulandım. Yorulmadan beni takip edeceğinizi söylüyorsunuz. Fakat arkadaşlar, yorulmadan ne demek? Yorulmamak olur mu? Elbette yorulacaksınız. Benim sizden istediğim şey yorulmamak değil, yorulduğunuz zaman dahi durmadan yürümek, yorulduğunuz dakikada da dinlenmeden beni izlemektir. Yorgunluk her insan, her mahlûk için tabiî bir haldir. Fakat insanda yorgunluğu yenebilecek manevî bir kuvvet vardır ki işte bu kuvvet, yorulanları dinlendirmeden yürütür.
Sizler, yeni Türkiye‟nin genç evlâtları, yorulsanız dahi beni takip edeceksiniz. Dinlenmemek üzere yürümeye karar verenler asla ve asla yorulmazlar. Türk gençliği gayeye, bizim yüksek idealimize durmadan, yorulmadan yürüyecektir. 1937



Gençler! Benim gelecekteki emellerimi gerçekleştirmeyi üstlenen gençler! Bir gün bu memleketi sizin gibi beni anlamış bir gençliğe bırakacağımdan dolayı çok memnun ve mesudum. Buna cidden sevinmekteyim. Fakat beraber yaşadığımız müddetçe benim hedefime yürümenizi hepinizden talep etmek, meşru bir hakkım olarak tanınmalıdır. 1937



Sayın gençler, hayat mücadeleden ibarettir. Bundan dolayı hayatta yalnız iki şey vardır. Galip olmak, mağlup olmak. Size, Türk gençliğine terk edip bıraktığımız vicdanî emanet, yalnız ve daima galip olmaktır ve eminim daima galip olacaksınız. Milletin yükselme gerek ve şartları için yapılacak şeylerde, atılacak adımlarda kesinlikle tereddüt etmeyin. Milleti, o yükselme merhalesine götürmek için dikilecek engellere hep birlikte mâni olacağız. Bunun için dimağlarınıza, irfanlarınıza, bilginize, icap ederse bileklerinize, pazılarınıza, bacaklarınıza müracaat edecek, fakat neticede mutlaka ve mutlaka o gayeye varacağız. Bu millet, sizin gibi evlâtlarıyla lâyık olduğu olgunluk derecesini bulacaktır. 1923



Bu memleket tarihte Türktü, halde Türktür ve ebediyen Türk olarak yaşayacaktır. 1923



Gençler ...


Demokrasi prensibinin en çağdaş ve mantıkî tatbikini temin eden hükûmet şekli, cumhuriyettir. 1930

Cumhuriyet, düşünce serbestliği taraftarıdır. Samimî ve meşru olmak şartiyle her fikre hürmet ederiz. Her kanaat bizce muhteremdir. Yalnız, muarızlarımızın insaflı olması lâzımdır. 1923

Cumhuriyet, imkân demektir. Cumhuriyet, yalnızca adıyla bile fert hürriyetini aşılayan sihirli bir aşıdır. Görülecektir ki, Cumhuriyet imkânları olan her memleket, hürriyet davasında er geç muvaffak olacaktır. Cumhuriyet, kendisine bağlı olanları en ileri zirvelere götüren imkânları verir. Bağımsızlık ve hürriyetine sahip olan milletler, ilerleme yolunda imkânlara sahip demektirler. O halde cumhuriyet, her alanda ilerlemenin de en belirgin teminatıdır. Cumhuriyeti bu mânasıyla ve bu kapsamıyla anlamak lâzımdır.
Cumhuriyet, ahlâkî fazilete dayanan bir idaredir. Cumhuriyet fazilettir. Sultanlık, korku ve tehdide dayanan bir idaredir. Cumhuriyet idaresi, faziletli ve namuslu insanlar yetiştirir. Sultanlık korkuya, tehdide dayandığı için korkak, alçak, sefil, rezil insanlar yetiştirir. Aradaki fark bunlardan ibarettir. 1925

Türk milletinin tabiat ve âdetlerine en uygun olan idare, Cumhuriyet idaresidir. 1924

Kudretsiz beyinler, zayıf gözler gerçeği kolaylıkla göremezler. O gibiler, büyük Türk milletinin yüksek seviyesine nazaran geri adamlardır. Fakat, zaman bütün gerçekleri, en geri olanlara dahi anlatacaktır. 1925

Dikkatle Okuyalım !

Milletlerin tarihinde bazı devirler vardır ki, muayyen maksatlara erişebilmek için maddî ve mânevî ne kadar kuvvet varsa hepsini bir araya toplamak ve aynı istikamete yöneltmek lâzım gelir. Yakın senelerde milletimiz, böyle bir toplanma ve birleşme hareketinin mühim neticelerini kavramıştır. Memleketin ve inkılâbın, içeriden ve dışarıdan gelebilecek tehlikelere karşı korunması için, bütün milliyetçi ve cumhuriyetçi kuvvetlerin bir yerde toplanması lâzımdır. Aynı cinsten olan kuvvetler, müşterek gaye yolunda birleşmelidir. 1931

Mustafa Kemal

Mustafa Kemal

Atatürk diyor ki!



AHLAK

Tehdide dayanan ahlak, bir erdemlilik olmadığından başka, güvenilmeye de layık değildir. Birtakım kuşbeyinli kimselere kendinizi beğendirmek hevesine düşmeyiniz; bunun hiçbir kıymeti ve önemi yoktur. Bir milletin ahlak değeri, o milletin yükselmesini sağlar. Bir millet, zenginliğiyle değil, ahlak değeriyle ölçülür. Saygısızlığın, saldırının küçüğü, büyüğü yoktur. Samimiyetin lisanı yoktur. Samimiyet sözlerle açıklanamaz. O, gözlerden ve tavırlardan anlaşılır. Medeniyetin esası, ilerlemesi ve kuvvetin temeli, aile hayatındadır. Bu hayattaki fenalık mutlaka toplumsal, ekonomik ve politik beceriksizliği doğurur. Bir millette, özellikle bir milletin iş başında bulunan yöneticilerinde özel istek ve çıkar duygusu, vatanın yüce görevlerinin gerektirdiği duygulardan üstün olursa, memleketin yıkılıp kaybolması kaçınılmaz bir sondur.
.
.
.

TÜRK

Yüce Tanrı (Benim bir ordum vardır, ona TÜRK adını verdim; onları doğuda yerleştirdim; bir ulusa kızarsam, Türk'leri o ulus üzerine musallat kılarım) diyor. İşte bu, Türkler icin bütün insanlara karşı bir üstünlüktür. Çünkü, Tanrı onlara ad vermeyi kendi üzerine almıştır. Onları yeryüzünün en yüksek yerinde, havası en temiz ülkelerinde yerlestirmiş ve onlara "KENDİ ORDUM" demiştir.

(Divan-ı Lügat-it-Türk'ten derlemeler kıtabından)

Hz. Muhammed: Milliyet duygusu ilahidir.

Dikkatle Okuyalım!

Milletlerin tarihinde bazı devirler vardır ki, muayyen maksatlara erişebilmek için maddî ve mânevî ne kadar kuvvet varsa hepsini bir araya toplamak ve aynı istikamete yöneltmek lâzım gelir. Yakın senelerde milletimiz, böyle bir toplanma ve birleşme hareketinin mühim neticelerini kavramıştır. Memleketin ve inkılâbın, içeriden ve dışarıdan gelebilecek tehlikelere karşı korunması için, bütün milliyetçi ve cumhuriyetçi kuvvetlerin bir yerde toplanması lâzımdır. Aynı cinsten olan kuvvetler, müşterek gaye yolunda birleşmelidir. 1931 Atatürk

Kerbela 16 Türk Devletleri Ekran Koruyucu Sultan III. Selim Sultan Abdülmecid II TÜRK-İNGİLİZ-VE IRAK İLİŞKİLERİ Siyaset ve Devlet İdaresi Mustafa Kemal Atatürk: Türkiye’de Demokrasi Elmalı Tefsiri TÜRK ORDUSU VE TÜRK ASKERİ MİLLİ SAVUNMA ve EMNİYET RSS Feed Sultan II. Mustafa Atatürk’ün Milli Birlik ve Beraberlik Konusundaki Görüşleri Sultan VI. Mehmed Vahdettin Laiklik ve Din Sultan V. Murad ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE (ÇAĞDAŞLAŞMA) Barnabas incili Sultan V. Mehmed Reşad Türk nedir? (Atatürk'ün verdiği cevap) ATATÜRK'ÜN .. Sultan Abdülaziz Han ATATÜRK BİZİMLE HUKUK DEVRİMİ VE ADALET ANLAYIŞI Atatürk'ün Anıları MILLI MÜCADELE YILLARI Sultan IV. Mehmed Atatürk’ün Din Anlayışı Hatay’ın Türkiye’ye Katılmasına Suriye’nin Tepkisi Radyo dinle Atatürk "Türk Dili" Sesli Kuran Sultan III. Mehmed ATATÜRK`ÜN VASİYETNAMESİ KONUŞMALARI Sultan I. Mahmud Gerçek değerler tarih Sultan IV. Murad Sultan II. Mahmud Hz.Muhammed Sultan I. Murad Han Yavuz Sultan Selim Han Sultan Orhan Gazi Sultan III. Osman önizleme Cumhuriyet YILLARI Glaubenslicht REFORMLAR ve ATILIMLAR Atatürk`ün Soyu Destan Sultan II. Osman ASKER ATATÜRK Torajiro Yamada Mustafa Kemal Tokyo Camisi ATATÜRK`ün Hay. ve Hz. Muhammed'in mezarı için ver.. iMAM ALi Fatih Sultan Mehmed Han Sultan I. Abdülhamid İngiliz Casusu Nutuk Atatürk’ün“Bursa Nutku” Sultan Osman Gazi Sultan I. Ahmed Sultan II. Süleyman St.Margrethen Türk Okul Aile Birliği Sevr’i Bilmek Lozan’ı Anlamak Sultan II. Ahmed Türkçe Kuran Sultan Yıldırım Beyezid Han Atatürk `DİN VE İSLÂM DİNİ` Milli Mücedele'de Türk Çocukları ve Bir Destan ATATÜRK ilkeleri Sultan İbrahim Atatürk Kronolojisi Lozan Antlaşması Sultan III. Ahmed HOCALI KATLİAMI Xocalı soyqırımı 26 Şubat 1992 Sultan Mehmed Çelebi Han Göktürk DÜNYA LIDERLERININ SÖYLEDIKLERI ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE SİSTEMİ ve BAĞIMSIZLIK - Avrupa .. MUSUL KRONOLOJİSİ (1918-1926) Türkiye'de Hak ve Eşitlik Milli Birlik ve Beraberlik .. (Bölücülük) İstiklâl Marşı Atatürk'e Mektuplar Osmanlı İmparatorluğu Tarih Sultan II. Murad Han Atatürk`ün Sözleri Musul Sorunu ve Türkiye İngiltere-Irak İlişkileri Atatürk'ün Almanya Gezisi Atatürk'ün vefatı ve o zamanki gazete haberi WikiLeaks, Atatürk ve Ingiliz gizli belgeleri Türkiye'ye Karşı Faaliyetler .. Atatürk - Mu Kıtası ve özdeyişler Milli kültür ATATÜRK DEVRIMLERI Sultan III. Murad Han Sultan II. Selim Han Sultan IV. Mustafa
Copyright © 2007VatanTürk Uyakoğlu Ömer All rights reserved.
.