"Atatürk Kürtlere Özerklik Verdi" Yalanı
En katmerli Cumhuriyet tarihi yalanlarından biri, “Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı yıllarında Kürtlere özerklik ve bağımsızlık sözü verdiği, ancak daha sonra bu sözünde durmadığı” biçimindedir.
Kurtuluş Savaşı yıllarında, “Atatürk ve TBMM tarafından Kürtlere özerklik verildiği” yalanının temel kaynağı, Robert Olson’un “The Emergence of Kurdish Nationalism ...and The Sheikh Said Rebellion, 1880-1925” adlı kitabıdır.
Olsen’in yalanının Türkiye’de taraftar bulması fazla gecikmemiştir.
15 Temmuz 2009 tarihinde Abdullah Öcalan, avukat görüşmesinin bir yerinde, “10 Şubat 1922 tarihinde Meclis’in gizli oturumlu 18 maddelik bir kararı var. Bu karar 64 red oyuna karşılık 373 kabul oyuyla kabul edilmiş bir yasadır. Dikkat edilirse 64’e 373! Bu, Meclis arşivlerinde mevcuttur, devlet yetkilileri bunu biliyorlar. Bu kararla Kürdistan’a başta özerklik olmak üzere birçok hak tanınmış.” diyerek, Olsen’in yalanını dillendirmiştir.
Öcalan’ın bu açıklamalarından sonra Türkiye’yi bölüp parçalamak isteyen “Kürtçülerin” ağzında sakız olan bu yalanı gündeme getirenler arasında Prof. Dr. Cemil Koçak ve -sonradan vazgeçmiş olsa da- Doğu Perinçek de vardır.
Şimdi gelin, son zamanlarda “demokratik özeklik” nutukları atan “malum siyasi partinin” milletvekillerinin ve sempatizanlarının “Kurtuluş Savaşı yıllarında Atatürk ve TBMM, Kürtlere özerklik vaad etmişti” yalanını deşifre edelim…
Yalanın Ayakları
“Kurtuluş Savaşı yıllarında Atatürk ve TBMM, Kürtlere özerklik vaad etmişti!” yalanı şu “ayaklar” üzerinde durmaktadır.
1. 22 Ekim 1919’da, İstanbul Hükümeti’yle Heyet-i Temsiliye arasında yapılan Amasya Görüşmeleri sonrası hazırlanan protokollerden birinde (2. Protokol), Atatürk Kürtlere özerklik vaad etmiştir!
2. Koçgiri İsyanı’ndan sonra Haziran 1921’de TBMM’de yapılan bir gizli oturumda Kürtlere özerklik verilmesi kararlaştırılmıştır!
3. 10 Şubat 1922’de TBMM’de yapılan bir gizli oturumda Kürtlere özerklik verilmesi kararlaştırılmıştır!
4. Atatürk 16/17 Ocak 1923 tarihinde çıktığı İzmit seyahatinde “Kürtlere özerklik verileceğini” söylemiştir!
5. Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı yıllarındaki konuşmalarında “Kürdistan” tabirini kullanması “bağımsız Kürdistan”ı tanıdığının işaretidir!
Şimdi de sırasıyla bu “ayakları” devirelim!
1. Ayak
22 Ekim 1919’da, İstanbul Hükümeti’yle Temsil Heyeti arasında yapılan Amasya Görüşmeleri sonrası hazırlanan protokollerden birinde, Atatürk Kürtlere özerklik vaad etmiştir!
Bilindiği gibi, 4-11 Eylül 1919 tarihleri arasındaki Sivas Kongresi, İstanbul’daki Damat Ferit Paşa Hükümeti’nin tertiplediği Ali Galip Olayı’yla dağıtılmak istenmişti. Elazığ Valisi Ali Galip, İngiliz casusu Noel’le birlikte Sivas-Malatya hattında ayrılıkçı Kürt aşiretlerinden toplayacağı silahlı adamlarla Sivas’ı basarak kongreyi dağıtacak ve Atatürk’ü de öldürecekti. Ancak Atatürk, daha önce anlattığımız gibi, aldığı önlemlerle Ali Galip olayı’nı sonuçsuz bırakmıştı. Ali Galip Olayı’nın İstanbul’daki Damat Ferit Hükümeti’nce tertiplenmiş olmasına çok öfkelenen Atatürk, bu olay sonrasında İstanbul’la bütün haberleşmeyi ve bağlantıyı kesmiştir. Bunun üzerine Damat Ferit Paşa Hükümeti görevden alınarak yerine Ali Rıza Paşa Hükümeti’ni kurulmuştur. Ali Rıza Paşa Hükümeti de Bahriye Nazırı Salih Paşa’yı, Temsil Heyeti adına Atatürk’le görüşmesi için Amasya’ya göndermiştir.
Salih Paşa ile Atatürk, 20-22 Ekim 1919 tarihleri arasında Amasya’da görüşmüşlerdir. Atatürk, Amasya Görüşmeleri’nden önce üç konuda (İstanbul Hükümetinin dış politikası, iç politikası ve ordunun yönetimi) kolordu komutanlarının görüşlerini almıştır
Salih Paşa ile Atatürk arasında üç gün devam eden Amasya Görüşmeleri sonunda ikişer sayı olmak üzere beş protokol düzenlenmiştir. Bu beş protokolden üçü, karşılıklı olarak imzalanmış, ikisi ise gizli sayılarak imzalanmamıştır.
Amaysa Görüşmeleri sonrası alınan kararlar kolordulara da bildirilmiştir.
Atatürk, Nutuk’ta bu protokollerin içeriklerinden de söz etmiştir. “Amasya Görüşmeleri’nde Atatürk Kürtlere özerklik vaad etti!” diyenler, işte Atatürk’ün Nutuk’ta söz ettiği bu protokollerden birine, 2. Protokole dayanmaktadırlar.
Atatürk, söz konusu protokol hakkında, “22 Ekim 1919 günlü ikinci protokol, uzun süren bir görüşme ve tartışmanın tutanak özetidir” demiştir.
Atatürk’ün Nutuk’taki ifadeleriyle, 22 Ekim 1919 tarihli 2.Protokol şudur:
“1. Bildirinin birinci maddesinde düşünülen ve kabul edilen sınırın, en az bir istek olmak üzere elde edilmesi gerektiği birlikte kabul edildi.
Kürtlerin bağımsızlığını gerçekleştirme amacını güder gibi görünerek yapılmakta olan karıştırıcılığın önüne geçmek uygun görüldü. Şimdi yabancıların işgalinde bulunan bölgelerden Kilikya’yı, Arabistan ile Türkiye arasında bir tampon devlet meydana getirmek için anayurttan ayırmak istendiği söz konusu edildi. Anadolu’nun en koyu Türk ortamı ve en verimli zengin bir bölgesi olan bu toprakların hiçbir yolla ayrılmasının kabul edilemeyeceği; Aydın ilinin de aynı kesinlikle ve yeğlikle yurdun bölünmez parçalarından olduğu ilkesi genel olarak kabul edildi”.
Bu protokol dikkatle okunduğunda, bırakın herhangi bir etnik unsurun veya bölgenin “özerkliğini” veya “bağımsızlığını”, tam tersine “… bu toprakların hiçbir yolla ayrılmasının kabul edilemeyeceği…” belirtilerek, Türkiye’nin “birliği” ve “bütünlüğü” vurgulanmıştır.
Ancak, 22 Ekim 1919 tarihli 2. Protokoldeki bazı ifadeler, 1960’lı yıllara kadar kamuoyundan saklanmıştır.
2. Protokolün bu “saklanan” bölümlerini, (Başbakanlık Arşivi’ndeki belgenin aslını) Tarihçi Faik Reşit Unat, 1961 yılında “Tarih Vesikaları Dergisi”nde yayımlamıştır. Yani, Cumhuriyet tarihi yalancıların iddia ettiği gibi bugün bu protokol saklı değildir; bu protokol 1961 yılından beri, 50 yıldır araştırmacıların hizmetindedir. Ancak 50 yıldır öylece duran bu protokol, bugün birileri tarafından istismar edilerek, “ayrılıkçı Kürt hareketine” tarihsel dayanak yapılmaya çalışılmaktadır.
Nutuk’ta yer almayan ve 1961 yılına kadar saklanan bölümde şu ifadeler vardır:
“Türk ve Kürtlerin oturduğu araziyi kapsadığı ve Kürtlerin Osmanlı toplumundan ayrılmasının imkânsızlığı izah edildikten sonra bu... Bununla birlikte Kürtlerin gelişme serbestliğini sağlayacak şekilde ırk hukuku ve sosyal haklar bakımından daha iyi duruma getirilmelerine izin verilmesine ve…”
İşte, 1961 yılına kadar saklanan o bölümüyle birlikte 2. Protokolün tamamı:
“Bildirinin [Sivas Kongresi Sonuç Bildirisi] birinci maddesinde, Osmanlı Devleti’nin düşünülen ve kabul edilen sınırının Türk ve Kürtlerin oturduğu araziyi kapsadığı ve Kürtlerin Osmanlı toplumundan ayrılmasının imkânsızlığı izah edildikten sonra bu sınırın en az bir istek olmak üzere elde edilmesi gerektiği birlikte kabul edildi. Bununla birlikte Kürtlerin gelişme serbestliğini sağlayacak şekilde ırk hukuku ve sosyal haklar bakımından daha iyi duruma getirilmelerine izin verilmesine ve yabancılar tarafından Kürtlerin bağımsızlığını gerçekleştirme amacını güder gibi görünerek yapılmakta olunan karıştırıcılığın önüne geçmek için bu hususun şimdiden Kürtlerce bilinmesi hususu uygun görüldü...”
2. Protokolün tamamını incelediğimizde ortaya şöyle bir tablo çıkmaktadır:
1. Osmanlı’nın (Türkiye’nin) sınırı, Türklerin ve Kürtlerin oturduğu araziyi kapsamaktadır.
2. Kürtlerin Osmanlı’dan (Türkiye’den) ayrılması imkansızdır.
3. Kürtlerin, gelişme özgürlüğü sağlayacak biçimde “ırk hukuku” ve “sosyal haklar” bakımından daha iyi duruma getirilmelerine izin verilecektir.
4. Yabancılar tarafından Kürtlerin kışkırtılmasının önüne geçilecektir.
İşte, gizlisiyle açığıyla, 2 numaralı Amasya Protokolü!
Allah aşkına! Bu protokolün neresinde, “özerk” veya “bağımsız” Kürdistan ifadesi veya iması vardır?
“Türkiye’nin sınırlarının Türklerin ve Kürtlerin oturduğu araziler” olduğunu söylemek, Kürtlere, özerklik veya bağımsızlık vermek değil, tam tersine Türklerin ve Kürtlerin ortak bir vatanda “tek millet” olarak yaşayacaklarını ifade etmektir. Ayrıca bu ifadeyle, Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı Kuzey Irak’ın (Musul’un) da Türkiye sınırları içinde olduğu vurgulanmak istenmiştir.
“Kürtlerin Türkiye’den ayrılmasının imkansız olduğunu” söylemek, Kürtlere özerklik veya bağımsızlık verilmesinin söz konusu olmadığının en açık kanıtıdır.
Kürtlere gelişme özgürlüğü sağlayacak şekilde, “ırk hukuku” ve “sosyal haklar” verilmesi ise, “insan hakları” ve “demokrasinin” bir gereğidir. Buradan Kürtlere özerklik veya bağımsızlık verildiğini çıkarmak olanaksızdır.
Çok daha önemlisi, Kürtlere verilecek olan “ırk hukuku” ve “sosyal hakların” Kürtlerin yabancılarca kışkırtılmasının önüne geçmek, Kürtleri Türklere ve Milli harekete yakınlaştırmak amacı taşıdığı 2. Protokolün sonunda, çok açık bir biçimde ifade edilmiştir:
2. Protokolün sonundaki: “…Yabancılar tarafından Kürtlerin bağımsızlığını gerçekleştirme amacını güder gibi görünerek yapılmakta olunan karıştırıcılığın önüne geçmek için bu hususun şimdiden Kürtlerce bilinmesi hususu uygun görüldü...” cümlesi, Atatürk’ün bütün amacının, Kürtlerin yabancılarca Milli harekete karşı kışkırtılmasını önlemek olduğunu kanıtlamaktadır.
Amasya Görüşmeleri’nin yapıldığı Ekim 1919’den üç ay kadar önce Mayıs-Haziran 1919’da Kürt kökenli Ali Batı İsyanı’nın çıkmış olması, bir ay kadar önce de Eylül 1919’da Kürtleri kışkırtmayı amaçlayan Ali Galip Olayı’nın yaşanmış olması, Atatürk’ü “Kürtler konusunda” bazı önlemler almaya yöneltmiştir.
Atatürk, Ali Galip Olayı sırasında, 9 Eylül 1919’da Kemah’ta bulunan Halet Bey’e gönderdiği bir telgrafta, Kürdistan kurmak için propaganda yapan İngiliz casusu Noel’e yardım eden Kürt aşiret reislerini “Din ve ulusu satmış Kürt beyleri” olarak tanımlamaktadır: “İngiliz koruyuculuğunda bağımsız bir Kürdistan kurulması amacı ile propaganda yapmakta olan İngiliz binbaşılarından Mr. Nowil’in, din ve ulusunu satmış Kürt beylerinden, Ekrem, Karman, Ali, Celadet’le birlikte…”
Atatürk, 10 Eylül 1919’da Malatya’daki İlyas Bey’e gönderdiği başka bir telgrafta da “Kürtlük akımına kesinlikle elverişli alan bırakılmamasını” istemiştir.
Şimdi düşünebiliyor musunuz? 9 Eylül 1919’da bağımsız Kürdistan kurmak isteyen İngiliz casusuna yardım eden Kürt beylerini “din ve ulusu satmış Kürt beyleri” olarak adlandıran, 10 Eylül 1919’da da bir komutana verdiği emirde, “Kürtlük akımına kesinlikle elverişli alan bırakılmamasını” isteyen Atatürk, nasıl olur da, aradan daha iki ay bile geçmeden, 22 Ekim 1919’da “Kürtlere özerklik veya bağımsızlık” verebilir!
Tarihçi Şerafettin Turan’ın bu konudaki değerlendirmesi önemlidir: “Mütareke sınırları içindeki toprakların birbirinden ayrılmaz bir bütün olduğu ilkesini savunan M. Kemal de bağısız Kürdistan girişimlerine daima karşı çıkmış ve bunu önleyebilmek için, Türklerle Kürtlerin ‘öz kardeş” oldukları görüşünü savunmuştur.Hatta Ulusal Ant (Misak-ı Milli) taslağında da bu kardeşliğin belirtilmesini istemiş, ancak Mebuslar Meclisi’nde bunu içeren tümceye yer verilmemiştir”.
Özetle, Amasya Görüşmeleri sonundaki 2. Protokol, Cumhuriyet tarihi yalancılarının iddia ettiği gibi, Kürtlere özerklik veya bağımsızlık vermek için değil, tam tersine Kürtlerin yabancılar tarafından kışkırtılmasını önlemek ve Kürtleri Milli harekete kazanmak için hazırlanmıştır.
Çok daha önemlisi, Amasya Görüşmeleri sonunda hazırlanan 2. Protokolde gerçekten de Kürtlere özerklik veya bağısızlık vaad edilmiş olsa bile, bilindiği gibi bu protokol Son Osmanlı Mebusan Meclisi’nde ilan edilen ve daha sonra TBMM’nin de onayından geçerek Milli hareketin “bağımsızlık bildirgesi” olarak kabul edilen Misak-ı Milli’de hiçbir şekilde yer almamıştır, dolayısıyla hiçbir bağlayıcılığı da yoktur.
Sanırım yalanın altındaki “I. Ayak” devrildi!...
2.Ayak
Koçgiri İsyanı’ndan sonra Haziran 1921’de TBMM’de yapılan bir gizli oturumda Kürtlere özerklik verilmesi kararlaştırılmıştır!
Kurtuluş Savaşı’nın en kritik aşamasında İngilizler, Kürt Teali Cemiyeti’ni kullanarak, “bağımsız Kürdistan” kurmak amacıyla ayrılıkçı Kürtleri isyan ettirmişlerdir. Ekim 1920’de başlayıp Haziran 1921’e kadar devam eden Koçgiri İsyanı hayli geniş bir alana yayılmış, bazı doğu illeri isyancıların eline geçmiş, isyancılar bu illerdeki devlet dairelerine kendi bayraklarını asarak bir anlamda bağımsızlıklarını ilan etmişlerdir. İsyan, TBMM’nin görevlendirdiği Nurettin Paşa komutansındaki Merkez Ordusu’nca bastırılmıştır.
Koçgiri İsyanı’nın, Yunan taarruzu ve Çerkez Ethem İsyanı’yla hemen hemen aynı döneme denk gelmesi, Milli hareketi çok zor bir duruma düşürmüştür. Kurtuluş Savaşı’nın önderi Atatürk, bir taraftan emperyalizme karşı mücadele dereken diğer taraftan emperyalizmin yerli işbirlikçileriyle mücadele etmek zorunda kalmıştır.
Koçgiri İsyanı öncesinde, isyancı Kürt aşiretleri, Ankara hükümetine isteklerini iletmişlerdir. Ankara’ya gönderilen 15 Kasım 1920 tarihli bildirideki ayrılıkçı Kürt istekleri şunlardır:
Kürdistan muhtariyet (özerk) idaresine muvafakat eden (kabul eden)İstanbul Saltanat Hükümeti’nin bu baptaki kararını Mustafa Kemal Hükümeti’nin de kabul edip etmediğinin açıklanması. Kürdistan muhtariyet idaresi hakkında Mustafa Kemal Hükümeti’nin görüş noktasının ne olduğu hususunda aşair rüesasına (aşiret başkanlarına) acele cevap verilmesi. Elazığ, Sivas, Malatya ve Erzincan mıntıkaları hapishanelerinde tutuklu bulunan bütün Kürtlerin derhal serbest bırakılması
Kürt çoğunluğu bulunan mıntıkalardan Türk memurların çekilmesi. Koçgiri mıntıkasına gönderildiği haber alınan müfrezelerin derhal geri çekilmesi.
Baytar Nuri’nin babası İbrahim Ağa’nın hazırladığı bu bildiriden sonra Batı Dersim aşiret liderleri adına 25 Kasım’da TBMM’ye bir bildiri daha gönderilmiştir. Bu bildiride TBMM açıkça tehdit edilerek “bağımsız Kürdistan” talep edilmiştir.:
“Sevr Antlaşması gereğince Diyarbakır, Elazığ, Van ve Bitlis illerinde bağımsız bir Kürdistan kurulması gerekiyor. Bu nedenle bu oluşturulmalıdır. Yoksa bu hakkı silah zoruyla almaya mecbur kalacağımızı beyan ederiz.”
Atatürk ve TBMM, ayrılıkçı Kürtlerin “özerk” veya “bağımsız” Kürdistan taleplerini kabul etmeyerek, bu talepleri elde etmek için çıkarılan Koçgiri İsyanı’nı bastırmıştır. İsyan başlamadan önce kabul edilmeyen bu taleplerin, isyan bastırıldıktan sonra kabul edilmesi çok anlamsızdır. Atatürk ve TBMM eğer gerçekten Kürtlere özerklik veya bağımsızlık vermeyi düşünseydi, isyan daha başlamadan isyancıların “özerk” veya “bağımsız” Kürdistan taleplerini yerine getirir, böylece Kurtuluş Savaşı’nın en kritik aşamasında böyle büyük bir isyanla uğraşmak zorunda kalmazlardı.
Koçgiri İsyanı bastırılmıştır; ancak isyanı bastıran Nurettin Paşa’nın “aşırı güç kullandığı, masum insanlara da zarar verdiği” iddiaları, TBMM’de uzun tartışmalara yol açmıştır.
Meclis’teki Kürt kökenli milletvekilleri “Kürtlere zulmeden” Nurettin Paşa’nın çok ağır bir şekilde cezalandırılmasını istemişlerdir.
TBMM’de kabul edilen bir önergeyle bir soruşturma kurulu kurulup olayın araştırılmasına karar verilmiştir. Soruşturma kurulu, Nurettin Paşa’nın görevden alınıp yargılanmasına karar vermiştir.
Atatürk, Meclis’te yaptığı konuşmada Nurettin Paşa’ya verilen cezanın “biraz ağır olduğunu” belirtmiştir:
“Nurettin Paşa’nın yasadışı elem ve davranışlarına gelince… Ben bunları incelettim. Bu incelemelerden bazı sonuçlar da çıkarttım. Nurettin Paşa’nın değiştirilmesi kanısı doğmamıştır. .”
Atatürk, Nutuk’ta Nurettin Paşa konusundan şöyle söz etmiştir:
“….Nurettin Paşa, merkez bölgesinde bir yıla yakın bu görevi yaptı; ama ‘yetkisi dışında kimi yurttaşların haklarına el uzatıyor’ diye milletvekillerinin yakınmaları ve İçişleri bakanlığı’na soru yöneltmeleri, Bakanlığın da yakınmaları yerinde görmesi üzerine, Meclis’in isteğiyle Kasım 1921 başlarında görevden alındı. Meclis, Nurettin Paşa’nın yargılanmasına da karar verdi. Bu iş benimle Bakanlar Kurulu arasında bir sorun çıkmasına da yol açtı. Ben, Nurettin Paşa’ya uygulanmak istenen işlemi kabul etmedim. Fevzi Paşa Hazretleri de benim görüşüme katıldı. İkimizle, Bakanlar Kurulu arasında çıkan anlaşmazlık Meclisçe bir çözüme bağlandı. Meclis’te Nurettin Paşa’yı savundum, kendisini ağır bir işleme uğramaktan kurtardım.”
Atatürk’ün Koçgiri İsyanı’nı bastıran Nurettin Paşa hakkındaki bu değerlendirmeleri, onun, her ne pahasına olursa olsun, Kurtuluş Savaşı’nın çok kritik bir aşamasında böyle bir isyanın bastırılmasından memnun olduğunu göstermektedir. Meclis’teki doğulu milletvekillerinin “Kürtlere aşırı güç uyguladı” diye Nurettin Paşa’yı alabildiğince eleştirdikleri bir ortamda, Atatürk’ün Nurettin Paşa’ya kısmen sahip çıkması, onun Kürtlere özerklik veya bağımsızlık vermeyi değil, Kürt isyanlarının bastırılarak Türklerle Kürtlerin birlikte yaşamasına önem verdiğini kanıtlamaktadır.
Nurettin Paşa’nın isyanı bastırırken “aşırı güç kullandığı” iddialarının gittikçe yayılması üzerine, Kurtuluş Savaşı’nın en kritik aşamasında hem bölgedeki Kürtleri kışkırtmamak, hem de Meclis’teki Kürt milletvekillerini biraz olsun yatıştırmak ve nihayetinde Kürtleri Kurtuluş Savaşı’na kazanabilmek için Atatürk ve TBMM, idam cezalarının uygulanmamasına karar vermiştir. Bu karar göre, 85’i gıyaben, 15’i de vicahen olmak üzere, toplam 110 kişi hakkındaki idam kararı, Atatürk’ün isyancılarla ilgili af çıkarılmasını kabul etmesi ve Sivas’taki Sıkıyönetim Mahkemesi’ni kaldırmasıyla birlikte uygulanmamıştır. Sadece tutuklular için geçerli olan bu af, Dersim’dekileri kapsamamıştır. Atatürk’ün yakın dostlarından olan Dersim milletvekili Diyap Ağa, arabulucu olarak Dersim’e gönderilmiştir. Dahası, Meclis’te ikinci bir af kanunu kabul edilerek Baytar Nuri ve Alişir dışındaki tüm isyancılar af kapsamına alınmıştır. Alişan ise Erzincan Valisini dinleyerek Dersim’i terk etmiştir.
Yani, Cumhuriyet tarihi yalancılarının iddia ettiği gibi Koçgiri İsyanı’ndan sonra Kürtlere özerklik veya bağımsızlık verilmemiş, sadece İngilizlerin Kürtleri Milli harekete karşı isyan ettirmelerinin önüne geçmek için TBMM tarafından “af çıkarılarak” isyancı Kürtlerin bazıları serbest bırakılmış ve Dersim milletvekili Diyap Ağa “arabulucu” olarak Dersim’e gönderilmiştir.
Peki ama “Haziran 1921’de TBMM’de yapılan bir gizli oturumda Kürtlere özerklik verildiği” yalanı nereden çıkmıştır?
Bu yalanın kaynağı Robert Olson’un, “The Emergence of Kurdish Nationalism and The Sheikh Said Rebellion” adlı kitabıdır.
Olson’un kaynaklık ettiği bu iddiayı dillendirenler, TBMM’nin Haziran 1921’de, bazı Kürt ileri gelenleriyle bir “Özerk Kürdistan Protokolü” imzaladığını ve hatta o dönem bölgede etkin olan Fransızların buna aracı olduğunu iddia etmişlerdir. İddiaya göre, Haziran 1921’de TBMM’de yapılan gizli oturumlardan birinde bu protokol tartışılmıştır.
Oysa, Haziran 1921’deki tek gizli oturum, Hariciye Vekili Yusuf Kemal Bey’in yurtdışındaki ve yurtdışından geldikten sonraki görüşmelerinin ve bu arada Fransızlarla imzalanacak olan barış antlaşması ile İngilizlerle imzalanacak olan esir değişimi antlaşmasının tartışıldığı 27 Haziran 1921 tarihli gizli oturumdur.
Bu görüşmelerde, özellikle “Trabzon mebusanı Hüsrev Bey ve Ali Şükrü Bey, Fransızlarla olan sınır anlaşmazlıkları hakkındaki mükâlemata dair, bizzat TBMM Reisi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri’ni hedef alan suçlamalarda bulunmaktan çekinmiyorlardı; suçlamaları, ‘Misak-ı Millî haricinde’ antlaşma imzalamak ağırlığındadır.” Ancak bunlar da önemsizdir. Nitekim, Haziran 1921’deki bu görüşmelerde “Misak-ı Millî haricinde süregiden mükâlemat”, Kurtuluş Savaşı’nın Sakarya Zaferi’yle yeni bir aşamaya girmesiyle birlikte Türkiye açısından daha olumlu bir seyir izlemiş ve Ekim 1921’de imzalanacak olan ve Misak-ı Millî’ye gayet uygun Ankara Antlaşması’yla sonuçlanmıştır.
Özetle, Haziran 1921’de TBMM’deki tek gizli oturumun konusu “Hariciye Vekili Yusuf Kemal Bey’in yurtdışındaki ve yurtdışından geldikten sonraki görüşmeleri ve Fransızlarla imzalanacak olan barış antlaşması ile İngilizlerle imzalanacak olan esir değişimi antlaşmasının” tartışılmasıdır. O gizli oturumda “Özerk Kürdistan” konusunda hiçbir görüşme, tartışma veya protokol gündeme gelmemiştir.
Sanırım yalanın altındaki “2. Ayak” da derildi!...
3. Ayak
10 Şubat 1922’de TBMM’de yapılan bir gizli oturumda Kürtlere özerklik verilmesi kararlaştırılmıştır!
Robert Olson, “The Emergence of Kurdish Nationalism and The Sheikh Said Rebellion, 1880-1925” adlı kitabında. Ekim 1920’de başlayıp Haziran 1921’e kadar devam eden Koçgiri İsyanı’nın nedenlerini araştırmak için bölgeye gönderilen heyetin incelemelerinin ardından “Millî Savunma Komisyonu, Kürdistan’ın idaresini ilgilendiren bir yasa taslağı oluşturmuştur.” demiştir. Olson, ayrıca aynı zaman diliminde bir diğer komisyonun aynı konuya dair bir diğer yasa tasarısı oluşturduğunu belirtmiştir. Olsen, bu yasa tasarısının TBMM’de 10 Şubat 1922’de görüşüldüğünü belirttikten sonra bir yerde 65 mebusun, bir başka yerde ise 64 mebusun ret oyu verdiğini yazmış ve tasarının 373 kabul oyuyla yasalaştığını ileri sürmüştür.
Olson’un bu iddialarındaki kaynakları, İngiliz Dış İlişkiler Dairesi’nin arşivinde bulunan, dönemin Türkiye Büyükelçisi Horace Rumbold’un, dönemin Dışişleri Bakanı Lord Curzon’a gönderdiği, “FO 371/7781 e 3553/96/65” arşiv numaralı bir telgraftır Söz konusu yasa taslağının bir özetini de içeren telgraf, Olson’un kitabının sonunda “ikinci ek” olarak sunulmuştur.
Olson, bu yasaya TBMM’deki Kürt mebuslarının çoğunluğunun ret oyu verdiklerinin anlaşıldığını da yazmaktadır, çünkü yasayla Kürtler için ayrı bir meclisi olan özerk bir yönetim kurulabilmesine olanak tanınsa da, özerk bölgenin yöneticisinin Türk mü, yoksa Kürt mü olacağı gibi hususlar ve son onay hep TBMM’ye bırakılmıştır.
Olson, Türklerin o dönem Kürtlere yönelik “sertlik” ve “vahşet” yanlısı bir politikadan yana olmadıklarını, fakat yine de “tam bağımsızlığa” ve hatta “tam bir özerkliğe” sıcak bakmadıklarını, TBMM’nin Kürt sorunu gibi bir konuyu bu açıklıkta tartışabilmesinin bu kurumun “göreli özgürlüğüne” işaret ettiğini yazmış ve Lozan Antlaşması’nın imzalanmasından sonra konunun bir daha asla bu “açıklık” ve “özgürlükle” tartışılamayacağını eklemiştir.
Olson’a göre, bu yasa taslağı, aynı zamanda, genç Türk devletinin en çalkantılı döneminde, Kürtlerin desteğini muhafaza etmenin bir aracıdır.
Olson, “Kürdistan’a özerklik” tanıyan yasanın TBMM’de 10 Şubat 1922 kabul edildiğini ileri sürmüştür. Ancak, 9 Şubat 1922 ve 11 Şubat 1922 tarihli gizli oturumların zabıtlarına ulaşılırken, 10 Şubat 1922’deki gizli oturumun zabıtlarına ulaşılamamaktadır.
O zabıtlara ulaşılamamaktadır; çünkü 10 Şubat 1922’de TBMM’de böyle bir “gizli oturum” gerçekleştirilmemiştir.
TBMM Gizli Celse Zabıtları’na baktığımızda 9 Şubat 1922 tarihli oturum “157. ini’kat” ve 11 Şubat 1922 tarihli oturum ise “158. ini’kat” olarak geçmektedir. Başka deyişle, arada herhangi bir “kayıp oturum” yoktur. Üstelik, 10 Şubat 1922 tarihi Cuma gününe rastlamaktadır. Bu günün tipik özelliği, o dönemde “resmî tatil” olması nedeniyle o gün herhangi bir oturumun yapılmamasıdır. Cuma günü yapıldığını görebildiğimiz çok az sayıdaki oturum, o dönem sürdürülen Kurtuluş Savaşı’ndan kaynaklanan “olağanüstü” nedenlerden dolayıdır. Bir örnek vermek gerekirse; 5 Ağustos 1921 tarihli “gizli oturum”, “Başkumandanlık ihdası ile bu vazifenin Türkiye Büyük Millet Meclisi Reisi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine tevcihi hakkında kanun teklifi” gündemiyle gerçekleştirilmiştir.
Özetle; 10 Şubat 1922’de TBMM’de yapılan gizli oturumda Kürtlere özerklik verildiği kocaman bir yalandır; çünkü 10 Şubat 1922 Cuma gününe denk gelmektedir ve o dönemde Cuma günleri “resmi tatil”dir. Ayrıca, Meclis Zabıt Cerideleri’de bu gerçeği doğrulamaktadır. 157. oturum 9 Şubat 1922’de, 158. oturum ise 11 Şubat 1922’de yapılmıştır. Yani, 10 Şubat’ta Meclis’te oturum yapılmamıştır.
Anlaşılan, önce İngiltere’nin Türkiye Büyükelçisi Horace Rumbold, sonra da Tarihçi Robert Olson, İngiltere’nin “Kürtlere özerklik” planına “tarihsel meşruiyet” kazandırmak için “Kurtuluş Savaşı yıllarında Atatürk’ün ve TBMM’nin Kürtlere özerklik verdiği” yalanını söylemişler; ancak, Cumhuriyet öncesinde Türkiye’de hafta tatilinin, Avrupa’daki gibi Cumartesi ve Pazar günleri değil Cuma günleri olduğunu gözden kaçırmışlar ve böylece kelimenin tam anlamıyla “çuvallamışlardır”.
Sanırım, yalanın altındaki “3. Ayak” da devrildi!...
4. Ayak
Atatürk 16/17 Ocak 1922 tarihinde çıktığı İzmit seyahatinde “Kürtlere özerklik verileceğini” söylemiştir!
Atatürk, 30 Ağustos 1922’deki Büyük Taarruz’dan sonra, 14 Ocak 1922’de bir yurt gezisine çıkmıştır. Bu yurt gezisizinde Eskişehir’den sonraki durağı İzmit’tir.
Atatürk, 16/17 Ocak 1922’de Körfeze bakan tepe üzerindeki İzmit Kasrı’nda İstanbul’dan gelen gazetecilerle konuşmuştur.
Orada, Akşam gazetesi yazarı Falih Rıfkı Atay’ın bir sorusu üzerine Atatürk, Musul ve Kürtler konusuna değinmiştir:
Atatürk, “Musul, ulusal sınırlarımız içindedir. Bu ulusal sınır deyişini de ben bulmuştum” dedikten sonra şunları söylemiştir:
“…Musul’u da kendi topraklarımız içine alan sınıra ulusal sınır demiştim. Gerçekten o zaman Musul’un güneyinde bir ordumuz vardı. Fakat biraz sonra bir İngiliz kumandanı gelmiş ve İhsan Paşa’yı aldatarak orada oturmuş. Musul, bizim için çok önemlidir. Birincisi Musul’da sınırsız servet oluşturan petrol kaynakları vardır. İkincisi onun kadar önemli olan Kürtlük sorunudur. İngilizler, orada bir Kürt hükümeti kurmak istiyorlar. Bunu yaparlarsa, bu düşünce bizim sınırlarımız içindeki Kürtlere de yayılır. Buna engel olmak için sınırı güneyden geçirmek gerekir…”
Şimdi, Atatürk’ün aslında ne demek istediğini anlamaya çalışalım:
“Musul bizim için önemlidir, çünkü orada hem petrol hem de Kürtler vardır.”
“İngilizler, Musul’u ele geçirirlerse sadece petrolü ele geçirmiş olmakla kalmazlar oradaki Kürtlere de bir devlet kurdururlar”
“Bunu yaparlarsa, bu düşünce, yani ‘bağımsız Kürdistan kurma düşüncesi’, bizim sınırlarımız içindeki Kürtlere de yayılır”
“Buna, yani, ‘sınırlarımız içinde bağımsız Kürdistan kurulması düşüncesine’ engel olmak için sınırı güneyden geçirmek gerekir”.
Özetle Atatürk, 16/17 Ocak 1922 gecesi, İzmit’te, Falih Rıfkı (Atay)’ın sorusuna verdiği yanıtta; sınırlarımız içinde ve hatta dışında (Kuzey Irak’ta) bağımsız bir Kürdistan kurulması düşüncesine karşı olduğunu çok açık bir biçimde ifade etmiştir.
“Atatürk 16/17 Ocak 1922 tarihinde çıktığı İzmit seyahatinde Kürtlere özerklik verileceğini söylemiştir!” diyenler, Atatürk’ün tam da o gün, Falih Rıfkı (Atay)’ın sorusuna verdiği yukarıdaki yanıtı nedense hiç görmezler!
Her neyse!...
Yine o gece, İzmit’te, Vakit gazetesi başyazarı Ahmet Hamdi (Yalman) Bey, Atatürk’e, “Kürt sorununa değinmiştiniz” diye konuya girerek, şu soruyu sormuştur:
“Kürtlük sorunu nedir? Bir iç sorun olarak değinseniz iyi olur?”
Atatürk, bu soruya şu yanıtı vermiştir:
“Kürt sorunu, bizim yani Türkiye’nin çıkarları için kesinlikle söz konusu olmaz. Çünkü, bizim ulusal sınırlarımız içinde Kürt öğeleri öylesine yerleşmişlerdir ki, pek sınırlı yerlerde yoğun olarak yaşarlar. Bu yoğunluklarını da kaybede ede ve Türklerin içine gire gire öyle bir sınır oluşmuştur ki, Kürtlük adına bir sınır çizmek istesek, Türkiye’yi mahvetmek gerekir. Örneğin, Erzurum’a giden, Erzincan’a, Sivas’a giden, Harput’a kadar bir sınır çizmek gerekir.Ve hatta Konya çöllerindeki Kürtleri de göz önünde tutmak gerekir.”
Atatürk, Kürt sorunuyla ilgili durum tespiti yapıp, görüşlerini belirttikten sonra, soruna şöyle bir çözüm önermiştir:
“Bu nedenle, başlı başına bir Kürtlük düşünmekten çok Anayasamız gereğince zaten bir çeşit özerklik oluşacaktır. O halde hangi bölgenin halkı Kürt ise onlar kendi kendilerini özerk olarak yöneteceklerdir. Bundan başka Türkiye’nin halkı söz konusu olurken onları da beraber ifade etmek gerekir. İfade olunmadıkları zaman bundan kendileri için sorun çıkarırlar. Şimdi TBMM, hem Türklerin hem de Kürtlerin yetkili temsilcilerinden oluşmuştur. Ve bu iki öğe, bütün çıkarını ve bütün yazgılarını birleştirmiştir. Yani, onlar bilirler ki bu ortak bir şeydir. Ayrı bir sınır çizmek doğru olmaz.”
İşte, bugün bilumum “ayrılıkçı Kürtçünün” dört elle sarıldığı belge budur! Bugün, Türkiye’yi bölerek “bağımsız Kürdistan” kurma sevdasındakilere göre Atatürk, bu sözleriyle “Kürt özerkliğini” tanımış, hatta “bağımsız Kürt devletine” onay vermiştir!
Peki ama, bu sözlerden böyle bir anlam çıkar mı?
Şimdi gelin hep birlikte Atatürk’ün bu sözlerinde aslında ne demek istediğini anlamaya çalışalım:
Atatürk, “Kürt sorunu, bizim yani Türkiye’nin çıkarları için kesinlikle söz konusu olmaz.” diyerek, gerçekte Türkiye’nin böyle bir sorunu olmadığını belirtmiştir.
Atatürk: “Bizim ulusal sınırlarımız içinde Kürt öğeleri öylesine yerleşmişlerdir ki, pek sınırlı yerlerde yoğun olarak yaşarlar. Bu yoğunluklarını da kaybede ede ve Türklerin içine gire gire öyle bir sınır oluşmuştur ki, Kürtlük adına bir sınır çizmek istersek, Türkiye’yi mahvetmek gerekir” diyerek; 1.Kürtlerin Türkiye’nin her yanında yaşadıklarını, 2. Bu nedenle Kürtlük adına bir sınır çizilecek olursa Türkiye’nin mahvolacağını ifade etmiştir.
Özetle; “Kürtlük adına ayrı bir sınır çizmek istersek Türkiye’yi mahvetmek gerekir” diyen Atatürk, “bağımsız Kürdistan”a kökten karşıdır.
Atatürk: “Bu nedenle, başlı başına bir Kürtlük düşünmekten çok Anayasamız gereğince zaten bir çeşit özerklik oluşacaktır. O halde hangi bölgenin halkı Kürt ise onlar kendi kendilerini yöneteceklerdir.” diyerek, o zaman yürürlükte olan “1921 Anayasası’na” gönderme yapmıştır. Burada dikkat çeken iki nokta vardır: 1. Atatürk, doğrudan “özerklik” demeyerek “bir çeşit özerklik” demiştir, 2. Atatürk’ün gönderme yaptığı 1921 Anayasası, Kurtuluş Savaşı’nın olağanüstü koşullarında hazırlanmış, “geçici” bir savaş anayasasıdır. Dolayısıyla Atatürk’ün hem “bir çeşit özerklik” demesi, hem de bu “bir çeşit özerkliği” o zaman yürürlükteki “geçici savaş anayasasına” dayandırması, Atatürk’ün bu “bir çeşit özerklik” düşüncesinin de tamamen o dönemin koşullarına özgü, daha çok Kürt isyanlarını önlemeye yönelik, stratejik bir açıklama olduğunu kanıtlamaktadır. Atatürk, eğer gerçekten de Kürtlere “özerklik” vaad etseydi, 1. “Bir çeşit özerklik” yerine, doğrudan “özerklik” ifadesini kullanırdı, 2. Bu “özerkliği”, o zaman yürürlükteki geçici 1921 Anayasası’na değil, daha sonra hazırlanacak olan Cumhuriyet’in ilk gerçek anayasası olan 1924 Anayasası’na dayandırırdı.
Atatürk’ün gönderme yaptığı 1921 Anayasası’nın 21. maddesiyle “illerin manevi kişiliğe ve özerkliğe sahip” oldukları belirtilmiştir.
İşte o madde:
“İl yönetimi, yerel işlerde manevi kişilik sahibidir. Dış ve iç siyaset, dinsel, adli ve askeri işler, uluslar arası ekonomik ilişkiler ve birçok ili ilgilendiren işler dışında, Hükümetin önerisi üzerine Büyük Millet Meclisi’nce çıkarılacak yasalar gereğince, Evkaf, Medreseler, Eğitim, sağlık, ekonomi, tarım, bayındırlık, sosyal yardım işlerini düzenlemek İl Kurullarının yetkisindedir.”
İşte, Atatürk, “Anayasamız gereğince zaten bir çeşit özerklik oluşacaktır” derken 1921 Anayasası’nın bu maddesine gönderme yapmıştır.
1. Bu anayasa maddesi sadece Kürtlerin yaşadığı bölgeler için değil, bütün Türkiye için geçerlidir.
2. Bu anaysa maddesindeki “özerklik” ifadesiyle kastedilen İl Kurullarının “yerel işleri” idare etmesidir. Bu işler de “Evkaf, Medreseler, Eğitim, sağlık, ekonomi, tarım, bayındırlık, sosyal yardım” işleridir. Üstelik il Kurulları bu işleri de kendi başlarına değil, “Hükümetin önerisi üzerine Büyük Millet Meclisi’nce çıkarılacak yasalar gereğince” yerine getirebileceklerdir. Ayrıca, İl Kurullarının, “Dış ve iç siyaset, dinsel, adli ve askeri işler, uluslar arası ekonomik ilişkiler ve birçok ili ilgilendiren işlerle” ilgilenmesi de yasaktır. Atatürk’ün, sözünü ettiği “bir çeşit özerklik” tabiri, o günün terminolojisi içinde değerlendirilmelidir. Görüldüğü gibi, Atatürk, “bir çeşit özerklik” ifadesiyle 1921 Anayasası’ndaki “güçlü yerel yönetimleri” kastetmiştir. Nitekim, 1921 Anayasası’nın 21. maddesinde söz edilen “özerklik”, gerçek anlamda bir özerklik değil, sadece “illerin belediye işlerini kendilerinin yerine getirmeleri” anlamında bir özerkliktir ki, buna da ancak Atatürk’ün dediği gibi “bir çeşit özerklik” denir.
3. Çok daha önemlisi, 1921 Anayasası’nın “illerin manevi kişiliğe ve özerkliğe sahip olduklarını” belirten bu 21. maddesi, 1924 Anayasası’nda yer almamıştır. Yani, Atatürk’le İzmit’te yapılan bu mülakattan yaklaşık bir yıl sonra, 24 Nisan 1924’te yürürlüğe giren 24 Anayasası’nın 91. Maddesiyle “iller tanınmış olan özerklikler” kaldırılmıştır. Burada tabi şu soruyu sormak gerekir? Atatürk eğer gerçekten de Kürtlere “özerklik” vermek isteseydi, 1921 Anayasası’nda “illere tanınmış olan özerklikleri” 1924 anayasasında kaldırır mıydı?
Atatürk, “Bundan başka Türkiye’nin halkı söz konusu olurken onları da beraber ifade etmek gerekir. İfade olunmadıkları zaman bundan kendileri için sorun çıkarırlar.” diyerek, hem “Türkiye halkı” ifadesini kullanmış, hem de “Türkiye halkı” derken, Kürtlerden de söz edilmesi gerektiğini, aksi halde sorun çıkaracaklarını belirtmiştir.
Atatürk, “Şimdi TBMM, hem Türklerin hem de Kürtlerin yetkili temsilcilerinden oluşmuştur. Ve bu iki öğe, bütün çıkarını ve bütün yazgılarını birleştirmiştir. Yani, onlar bilirler ki bu ortak bir şeydir. Ayrı bir sınır çizmek doğru olmaz” diyerek. TBMM’yi oluşturan Türklerle Kürtlerin “bütün çıkarlarını ve bütün kaderlerini birleştirdiklerini” bu nedenle Kürtlere “ayrı bir sınır çizmenin doğru olmadığını”, dolayısıyla “bağımsız Kürdistan” düşüncesine sonuna kadar karşı olduğunu ifade etmiştir. Tabi ki anlayana!...
Sanırım, yalanın altındaki “4. Ayak” da devrildi!.
5.Ayak
Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı yıllarındaki konuşmalarında “Kürdistan” tabirini kullanması “bağımsız Kürdistan”ı tanıdığının işaretidir!
Atatürk, Kurtuluş Savaşı yıllarındaki “Kürt politikası” çerçevesinde “o günün terminolojisi” içinde zaman zaman “bölgesel” ve “coğrafi” anlamda “Kürdistan” tabirini kullanmıştır.
Ancak Atatürk bu deyimi genellikle “Kürdistan” biçiminde değil de “Kürdistan-ı Türki” yani “Türk Kürdistan’ı” biçiminde kullanmıştır.
Bin bir güçlük içinde Kurtuluş Savaşı’nı örgütlemeye çalışan Atatürk’ün, o yıllarda asker, sivil yetkililere gönderdiği telgraflarda, halka yönelik beyannamelerde ve konuşmalarda her şeyden önce “ne demek istediğini” en kestirme ve en anlaşılır yoldan iletmesi gerekiyordu. Bu nedenle Atatürk, Kurtuluş Savaşı yıllarında kavramları kullanırken daha çok bilinen kavramları, insanların alışık oldukları biçimde kullanmaya özen göstermiştir. Anadolu’nun belli bir bölümünün Osmanlı Devleti döneminde coğrafi olarak “Kürdistan” diye adlandırılması nedeniyle Atatürk de Kurtuluş Savaşı boyunca “Kürdistan” tabirini kullanmıştır; ancak bu kullanımın “ayrılıkçı Kürtlerce” ve “emperyalistlerce” istismar edilmesini engellemek için daha çok “Kürdistan-ı Türki” biçiminde kullanmıştır.
Sanırım, yalanın altındaki “5. Ayak” da devrildi!...
Ne demişler, “Yalancının mumu yatsıya kadar yanar.”
Kurtuluş Savaşı Yıllarında Birileri Kürtlere Bağımsızlık Vaad Etmişti
Evet, aslında Cumhuriyet tarihi yalancıların haklı oldukları bir nokta var! Evet, Kurtuluş savaşı yıllarında gerçekten de birileri Kürtlere “özerklik” ve “bağımsızlık” vaad etmiş, hatta sadece “vaad etmekle” de kalmamış, bu konuda Kürtlere yasal güvenceler de vermiştir.
Kurtuluş Savaşı’nda Atatürk ve TBMM değil ama İstanbul’daki Damat Ferit Hükümeti ve Padişah Vahdettin, Kürtlere “özerklik” ve “bağımsızlık” vaad etmiştir.
Damat Ferit’in, 12 Eylül 1919 tarihinde İngilizlerle imzaladığı “gizli anlaşma”nın 3. maddesinde, “Türkiye, bağımsız bir Kürdistan kurulmasına engel olmayacaktır” denilerek Kürtlere “bağımsız Kürdistan” vaad edilmiştir.
Padişah Vahdettin’in, Saltanat Şurası’ndaki onayından sonra imzalanan 10 Ağustos 1920 tarihli Sevr Antlaşması’nın 62 ve 64. maddeleriyle de Kürtlere özerklik ve bağımsızlık vaad edilmiştir:
Madde 62: “Fırat’ın doğusunda ilerde saptanacak Ermenistan’ın güney sınırının güneyinde Suriye ve Irak’ta, Türkiye sınırının kuzeyinde, Kürtlerin sayıca üstün bulunduğu bölgelerin yerel özerkliğini, işbu anlaşmanın yürürlüğe konulmasından başlayarak altı ay içinde İstanbul’da toplanan İngiliz, Fransız ve İtalyan hükümetlerinden her birinin atadığı üç üyeden oluşan bir komisyon hazırlayacaktır.”
Madde 64: “Kürt bu bölgedeki nüfusun çoğunluğunun Türkiye’den bağımsız olmak istediklerini kanıtlayarak Milletler Cemiyeti’ne ve Konseyi’ne başvurulursa ve konseyden de bu nüfusun bu bağımsızlığa yetenekli olduğu görüşüne varırsa ve bu bağımsızlığı onlara tanımayı Türkiye’ye salık verirse Türkiye bu tavsiyeye uymayı ve bu bölgeler üzerinde bulunan bütün haklarından sıfatlarından vazgeçmeyi şimdiden yükümlenir..”
Vahdettin, Kürdistan’ı Tanıyacaktı
Türk Tarih Kurumu şeref üyesi Prof. Dr. Salahi R. Sonyel, Son Padişahı Vahdettin’in “Kürt militanlarla” birlikte Atatürk’ü devirip “bağımsız Kürdistan”ı tanıyacağını öne sürmüştür.
Sonyel, “Kıskaç Altında” adlı kitabında, Irak’taki bir İngiliz polis müfettişinin, İngiliz Yüksek Komiseri ve istihbarat örgütlerine gönderdiği raporuna göre, 1926’da 40 bin Kürt militanı Musul’da Türkiye’ye karşı emekli subaylarca eğitilmiştir. Bu militanların önderleri, devrik Vahdettin’le ve o sırada Türkiye’nin muhalefet partisiyle Atatürk’ü yönetimden düşürmek için anlaşmışlardır. Belgeye göre Vahdettin iktidarı ele geçirince, “Kürt bağımsızlığını” tanıyacaktır.
Irak’taki Polis Cürüm Araştırma Bölümü’ne mensup genel müfettiş yardımcısı J.F Wilkins, 21 Ağustos 1926’da Irak İçişleri Bakanı, İngiliz Yüksek Komiseri ve öteki istihbarat örgütlerine gizli bir yazı göndermiştir. Bu yazıya bir de rapor iliştirilmiştir. Raporda, şu bilgiler vardır:
“Doktor Ahmet Sabri ve Kracya Muratyan, Musul’a gitmek üzere 16 Ağustos’ta Bağdat’a uğramış; 18 Ağustos’ta Hacı Raşit el Hava’yı ziyaret ederek, ona, amacı Kürdistan’da Türklere karşı harekete geçmek olan kendi partilerine katılmasını önermişlerdi. 19 Ağustos akşamı her ikisi de doktor Şükrü Muhammed’in evine gitmiş ve orada Doktor Ahmet Sabri onlara Türkiye’de geniş kapsamlı bir isyandan söz etmişti. Bununla ilgili planın amacına da değinen Sabri, Büyük Britanya’dan kapsamlı bir yardım gelmesinin beklendiğini de söylemişti. Kürt asiler epey hazırlık yapmışlardı. 40 bin kadar Kürt militan emekli subaylarca eğitiliyordu. Bu militanların önderleri devrik Padişah Vahdettin ve o sırada Türkiye’nin muhalefet partisiyle şu koşullara göre anlaşmaya varmışlardı: Mustafa Kemal’i yönetimden düşürmek için bu kişiler yardımda bulunacak, iktidarı ele geçirince ’Kürt bağımsızlığını’ tanıyacaklardı. Onların iddialarına göre, aralarında Rusya, Fransa ve İtalya olmak üzere, çeşitli yabancı yönetimlerle görüşmelerde bulunmuşlardı.”
Türkiye’den kaçtıktan sonra San Remo’da ikamet eden Vahdettin, burada Türkiye Cumhuriyeti ve Atatürk düşmanı kimi “Kürtçülerle” çok sıkı fıkı olmuştur. Örneğin, bir Yunan Albayı ile birlikte Vahdettin’i burada ziyaret eden Atatürk düşmanı 150’liklerden Kürtçü Mevlanzade Rıfat, Yunanistan’la birlikte Ankara’ya karşı bir anlaşma yapmak istediğini bildirerek Vahdettin’den para almıştır. Mevlanzade Rıfat’ın daha sonra Şeyh Sait İsyanı’yla ilişkisi ortaya çıkmıştır.
Vahdettin’i tekrar Halife-sultan yapmak amacıyla faaliyet gösteren merkezi Romanya’daki Hilafet-i Kübra Cemiyeti, yaptığı bir toplantıdan sonra, başkan Mehmet Ali Bey aracılığıyla Vahdettin’e yeni bir kabine önermiştir. Vahdetin bu kabineyi onaylamıştır. Şeyh Sait İsyanı’ndan önce bu cemiyet, isyanın beyni durumunda Seyit Abdülkadir’le ilişki içindedir. İddiaya göre, Şeyh Said’in iki oğlundan biri, yurt dışında devrik padişah Vahdettin’le, öbürü de yurt içinde Seyit Abdülkadir’le temas kurmuştur.
Kürt isyancıların, Şeyh Sait İsyanı öncesinde halka dağıttıkları bildirilerden birinde aynen şunlar yazılıdır:
“Halife sizi bekliyor! Halifesiz Müslümanlık olmaz! Hiçbir halife memleketten çıkartılamaz. Şeriatımız dindir, şeriat isteyiniz. Şimdiki hükümet durmadan dinsizlik yapmaktadır! Kadınlar çıplaktır! Mekteplerde dinsizlik ilerliyor!..”
Bugünkü “bölücü Kürtçülerin”, neden Atatürk’e ve Lozan Antlaşmasına düşman, neden Padişah Vahdettin’e ve Sevr Antlaşması’na hayran oldukları sanırım şimdi çok daha iyi anlaşılmıştır.
Sinan Meydan