Dersim Yalanları ve Gerçekleri / Sinan MEYDAN



Genç Cumhuriyetin Dersim'e yönelik operasyonunun nedeni Kürtleri yok etmek, soykırıma uğratmak mıdır, yoksa rejim karşıtı, bölücü bir isyanı bastırmak mıdır? Neden sadece Dersim olaylarının sonuçlarından söz edilirken olayların nedenlerinden hiç söz edilmemektedir? Şimdi gelin hep birlikte 1937-1938'e uzanıp, Dersim İsyanı'nı anlamaya çalışalım.
En kanıksanmış Cumhuriyet tarihi yalanlarından biri "Atatürk'ün ve İsmet İnönü'nün liderliğindeki genç Cumhuriyetin, 1937-1938 yıllarında Dersim'de Kürtleri katlettiği!" biçimindedir. Ülkemizde bugün, tarihçisinden gazetecisine, eğitimcisinden siyasetçisine kadar neredeyse herkes, Türkiye Cumhuriyeti'nin Dersim'de bir kıyım ve katliam yaptığını peşinen kabul etmiş gibidir.
Örneğin, İsmail Beşikçi'nin bir kitabının adı, Tunceli Kanunu (1935) ve Dersim Jenosidi' dir. Hasan Cemal'in bir yazısının adı da, Dersim Katliamını Mazur Göstermeye Çalışmanın Ahmaklığı Üzerine'dir.
"Dersim yalanı" Türkiye'de son zamanlarda sıkça siyasete alet edilmeye de başlanmıştır. Örneğin, Türkiye Cumhuriyeti'nin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan, Meclis kürsüsünden defalarca "Tek Parti döneminde Dersim'de katliam yapıldı!" demiştir.
"Dersim'de katliam yapıldı!" iddiaları, bugün bazı iç ve dış Cumhuriyet düşmanlarınca, Türkiye'yi soykırımla suçlamak için kullanılmak istenmektedir. Örneğin, 13 Kasım 2008'de Avrupa Parlamentosu himayesinde Dersim Soykırımı Konferansı düzenlenmiştir. Düzenleyenler, bu konferansın amacını, Ermeni, Süryani, Pontus Rumlarına karşı soykırım suçu işleyen Türkiye'nin suçlar listesine yeni bir insanlık suçu daha ekleniyor: "Dersim soykırımı" biçiminde açıklanmıştır. Prof. Dr. Ronald Mönch, Dersim'de yaşananların insanlık suçu olduğunu savunarak Atatürk ve dönemin Bakanlar Kurulu üyeleri ile üst düzey askeri yetkililer için, "Yaşasalardı savaş suçlusu olarak yargılanmaları gerekirdi!" demiştir.
19 Kasım 2009'da Dersim Soykırımı Konferansı'nın ikincisi yine Brüksel'de yapılmıştır. Bu toplantılardan sonra, Dersim harekatının 'soykırım' olarak tanımlanmasını isteyen bir heyet, bu olayları Uluslararası Ceza Mahkemesi'ne götürmek için harekete geçmiştir. Aralarında ABD'li avukat Prof. Dr. Barry Fisher ile Dink davası avukatı Erdal Doğan'ın da bulunduğu heyet, 12 Nisan 2011'de Tunceli'de incelemelerde bulunmuştur. Dersim yalanı, kartopu misali büyüdükçe büyümüş ve sonunda 1937-1938 Dersim isyanını bastıran CHP içinden bazıları bile bugün "Evet! Dersim'de katliam yapıldı!" deme noktasına gelmiştir.
Peki ama gerçekte Dersim'de ne olmuştur?
Gerçekten de Atatürk ve İnönü, Dersim'de Kürtlerin katledilmesini mi emretmiştir?
Genç Cumhuriyetin Dersim'e yönelik operasyonunun nedeni Kürtleri yok etmek, soykırıma uğratmak mıdır, yoksa rejim karşıtı, bölücü bir isyanı bastırmak mıdır? Neden sadece Dersim olaylarının sonuçlarından söz edilirken olayların nedenlerinden hiç söz edilmemektedir?
Şimdi gelin hep birlikte 1937-1938'e uzanıp, Dersim İsyanı'nı anlamaya çalışalım.

Dersim İsyanı'nın Kökleri Koçgiri İsyanı'nda gizlidir

Dersim İsyanı ve sonrasındaki Dersim harekatını anlamak için öncelikle Kurtuluş Savaşı yıllarındaki Koçgiri İsyanı'na (1921) bakmak gerekir. Koçgiri İsyanı'nın zamanlaması, isyandaki emperyalizm parmağı, isyanda rol alan aktörler, isyanın bastırılma biçimi, isyanının bastırılma biçiminin istismar edilmesi, Cumhuriyet dönemindeki Dersim İsyanı'nı çağrıştırmaktadır. Dikkatli bir göz, Dersim İsyanı'nın köklerinin Koçgiri İsyanı'nda gizli olduğunu çok kolay bir biçimde görebilir. "Dersim sonuçtur; başlangıç Koçgiri İsyanı'dır"
Şimdi, sırasıyla Koçgiri İsyanı'ndan Dersim İsyanı'na uzanan düşünsel ve eylemsel çizgiye göz atalım ve Dersim'in Koçgiri'deki köklerini görelim:
1. Koçgiri İsyanı da Dersim İsyanı gibi emperyalistlerce kullanılmıştır: Koçgiri İsyanı'nı planlayan Kürt Teali Cemiyeti İngilizlerin kontrolünde bir cemiyettir. İngilizler, Kemalistlerin, Çerkez Ethem'le ve Yunan ilerleyişiyle iyice köşeye sıkıştığı bir zamanda Koçgiri İsyanı'nı organize ederek Milli hareketi sonuçsuz bırakmak istemişlerdir. Dersim İsyanı'nın arkasında da -Hatay meselesinin tartışıldığı günlerde Türkiye'nin elini zayıflatmak isteyen-Fransız emperyalizmi olduğu anlaşılmaktadır.
2. Koçgiri İsyanı da Dersim İsyanı gibi Bağımsız Kürdistan parolasıyla başlatılmıştır: Koçgiri İsyanında isyancıların taşıdığı yeşil, kırmızı, beyaz Kürdistan bayrağı ve isyancıların dillerindeki Kürdistan marşı, Baytar Nuri'nin Sivas'ın Kangal ilçesinin Yellice bucağında Hüseyin Abdal Tekkesi'nde yaptığı toplantıda, Sevr Antlaşması'na uygun olarak bir Kürt devleti kurulması düşüncesini kabul ettirmesi, isyan sırasında Şadan aşiretinin Refahiye ilçesindeki hükümet konağına Kürt bayrağı çekmesi, Hozat toplantısı sonunda Baytar Nuri'nin babası İbrahim Ağa'nın hazırladığı 15 Kasım tarihli bildiriyle ayrılıkçı Kürt aşiretlerinin Ankara hükümetinden bir tür "özerk Kürdistan" talep etmeleri, Batı Dersim aşiretlerinin de 25 Kasım tarihli başka bir bildiriyle bağımsız Kürdistan talep etmeleri, İmranlı'daki yönetimi ele geçiren isyancıların hükümet konağına Kürt bayrağı çekmeleri ve Baytar Nuri'nin, "İlk önce Dersim'de Kürdistan istiklali ilan edilecek. Hozat'a Kürdistan bayrağı çekilecek. Kürt milli kuvveti, Elazığ, Malatya istikametinden Sivas'a doğru hareket ederek Ankara Hükümeti'nden resmen Kürdistan istiklalini,i tanımasını isteyecek" diyerek Koçgiri İsyanın amacını açıklaması, Koçgiri İsyanı'nın bağımsız Kürdistan isteğiyle çıkarıldığını şüpheye yer bırakmayacak bir biçimde kanıtlamaktadır.
3. Koçgiri İsyanının baş aktörleri Dersim İsyanı'nda da karşımıza çıkmıştır:
Koçgiri İsyanı'yla Dersim İsyanı arasındaki bağın ve sürekliliğin en açık kanıtlarından biri, 1921 Koçgiri İsyanı'nda ön saflarda yer alan Baytar Nuri, Alişer ve Seyit Rıza gibi isimlerin, Dersim İsyanı'nda da karşımıza çıkacak olmasıdır. Dersim İsyanı'nın ele başı Seyit Rıza'nın, Koçgiri İsyanı'nın perde arkasındaki kışkırtıcılarından biri olduğu gerçeği nedense Cumhuriyet tarihi yalancılarınca hep gözden kaçırılmaktadır. Bazı Kürt aşiret liderlerinin ayrılıkçı Kürtlerden ayrılarak Ankara'ya gidip TBMM'ye katılmaları üzerine Seyit Rıza ön plana çıkmıştır. Adamlarıyla birlikte köyünden çıkarak Dersim'e gelen Seyit Rıza, Sivas'taki isyancılara gidecek yardımı organize etmeye başlamıştır. Bütün plan ve program hazırlanmıştır, kış atlatılır atlatılmaz bağımsızlık ilan edilecektir. İsyancılardan Baytar Nuri, bu planı şöyle açıklamıştır:
"İlk önce Dersim'de Kürdistan istiklali ilan edilecek. Hozat'a Kürdistan bayrağı çekilecek. Kürt milli kuvveti, Elazığ, Malatya istikametinden Sivas'a doğru hareket ederek Ankara Hükümeti'nden resmen Kürdistan istiklalini tanımasını isteyecek."
İsyanın yeni önderlerinden Seyit Rıza, TBMM'ye katılan Kürt milletvekillerinin Dersim'i temsil etmediklerini, çünkü Doğu Anadolu'da bir Kürt yönetimi kurularak bağımsızlığın ilan edildiğini bildirmiştir. Bu sırada Dersim'deki ayrılıkçı aşiret liderleri üzerindeki baskısını artıran TBMM, Baytar Nuri'yi tutuklamıştır. Baytar Nuri'nin tutuklanmasına isyancı aşiretler büyük bir tepki göstermişlerdir. Seyit Rıza, Baytar Nuri'nin hemen serbest bırakılmasını aksi halde hiç zaman kaybetmeden Dersim'den Sivas'a saldıracaklarını bildirmiştir. Bir taraftan Yunan ilerleyişi, diğer taraftan da iç isyanlarla uğraşan TBMM, yeni bir isyanı göze alamayarak Seyit Rıza'nın isteğini kabul etmiş ve Baytar Nuri'yi serbest bırakmıştır. Bu arada Dersim mutasarrıfı da tehdit edilerek bölgeden uzaklaştırılmış ve bölgenin tüm hakimiyeti aşiretlerin eline geçmiştir.
4. Koçgiri İsyanı da Dersim İsyanı gibi "bastırılması sırasında aşırı güç kullanıldığı" iddiasıyla tartışma konusu olmuştur: Dersim isyanını bastırmakla görevlendirilen Nurettin Paşa'nın "aşırı güç kullandığı, Kürtlere baskı yaptığı, suçsuz insanları da öldürdüğü" iddiaları ve bu doğrultuda başlatılan propaganda çalışmaları sonunda, hem bir af çıkartılarak Kurtuluş Savaşı'nın en kritik aşamasında isyancı Kürtçülerin çoğu serbest bırakılmış, hem de Kürtçü propaganda çalışmalarıyla isyancı Kürtçüler adeta mağdur durumuna getirilmiştir. Bu mağdur edebiyatı, ayrılıkçı Kürtçü hareketin işini kolaylaştırmaktan başka hiçbir şeye yaramamıştır. Bilindiği gibi benzer bir aşırı güç kullanma iddiası ve bir mağdur edebiyatı da Dersim İsyanı'ndan sonra başlatılmıştır. 1921 Koçgiri İsyanı'nın TBMM temsilcisi Nurettin Paşa tarafından çok sert bir biçimde bastırılması ve bunun ayrılıkçı Kürtçülerce propaganda malzemesi haline getirilmesi, Kürt hafızasında "Kemalist sistemin Alevi-Kürtlere düşman olduğu" biçiminde yer etmiştir ve bu hafıza, sonradan 1937-1938'deki Alevi-Kürt Dersim İsyanı'na meşruiyet kazandırmak için kullanılmıştır.
Özetle, emperyalizm ve onun yerli işbirlikçisi durumundaki ayrılıkçı Kürtçü aşiret liderleri, Kurtuluş Savaşı sırasında Koçgiri İsyanı'yla gerçekleştiremedikleri bağımsız Kürdistan projesini, Cumhuriyet döneminde gerçekleştirmek için, bir anlamda kaldıkları yerden işe başlayarak Dersim İsyanı'nı örgütlemişlerdir. Yani, Dersim'in kökleri Koçgiri'de gizlidir... Dersim'in kökleri bir başka yerde daha gizlidir...

Dersim İsyanı'nın Kökleri: Hoybun Cemiyeti ve Ağrı İsyanları

Türkiye'de 1919'daki Koçgiri İsyanı'yla 1937-38'deki Dersim İsyanı arasında, emperyalizm destekli, "bölücü" ve "irticacı" çok sayıda Kürtçü isyan çıkmıştır. Bu isyanlar içinde, Şeyh Sait İsyanı'ndan sonra en etkili Kürtçü isyan Ağrı İsyanlarıdır.
Koçgiri İsyanı, Nasturi İsyanı, Şeyh Sait İsyanı ve Ağrı İsyanlarının başarısız olması üzerine Dersim İsyanı; tertiplenmiştir. İlk Ağrı İsyanı Mayıs 1926'da, ikincisi Eylül 1927'de, üçüncüsü de Eylül1930'da çıkmıştır. Ağrı İsyanlarının arkasında Kürt-Ermeni dayanışmasıyla kurulan ayrılıkçı Hoybun Cemiyeti vardır. Hoybun Cemiyeti, Şeyh Sait İsyanı'ndan sonra yurt dışına kaçan ve İngilizlerle işbirliğine giren Kürt liderleriyle Ermeni Taşnak liderleri arasındaki işbirliği sonunda kurulmuştur. Hoybun Cemiyeti'nin kuruluşuyla ilgili ilk toplantı 1927 Şubat'ında İngilizlerin Revandiz Kaymakamlığı'na getirdikleri Seyyit Taha'nnn evinde yapılmıştır. İngiltere'nin Irak olağanüstü komiser yardımcısı Edmons'un organize ettiği bu toplantıda Türkiye'de çıkarılacak bir isyanla ilgili olarak şu kararlar alınmıştır:
a) İngilizler, Kürtlere para ve ihtiyaç halinde silah yardımı yapacaklardır.
b) Nasturiler, Kürt kıyafetleri giyerek isyana katılacaklardır.
c) Hazırlıklar tamamlandıktan sonra harekete geçilecektir.
d) İsyan Şemdinli Yüksekova'dan başlayacak ve hedef Van'ın ele geçirilmesi olacaktır.
Taşnak Ermenilerinden Leon Emirizyon, Sultanyan ve Aris adlı kişilerinde katıldığı ikinci toplantı Mart 1927'de yine Siyyit Taha'nın evinde yapılmıştır. Şeyh Sait'in oğlu Ali Rıza ile kaçak subaylardan Kasım ve İhsan Nuri'nin de katıldığı bu toplantıda Cemiyetin adı Hoybun olarak tesbit edilmiştir.
Kuruluş hazırlıklarına Irak'ta İngilizlerin kontrolünde başlanan Hoybun Cemiyeti, esas kuruluş kongresini Fransa'nın kontrolünde ve Ermenilerin güçlü olduğu bir bölgede yapmıştır. Kongrede cemiyetin başkanlığına Celadet Ali Bedirhan seçilmiştir. Merkez heyeti üyeliklerine ise, Süreyya Bedirhan, Kamuran Ali Bedirhan, Memduh Selim, Nizamettin, Tevfîk Cemil, Haso Ağa, Mustafa Bozan, Halil Rahmi, Cesim Ağa (Şihnu) Şerif, İbrahim ve Emin Ali Ağa seçilmişlerdir. Hoybun Cemiyeti, doğrudan genç Türkiye Cumhuriyeti parçalamak için kurulmuştur. Nitekim, kongrede Hoybun Cemiyeti'nin kuruluş amacı belirtilirken, "Türk Kürdistanı'nın bağımsızlığı olarak" tespit edilmiş, Türkiye'nin dışındaki "hiçbir millet ve devlete karşı aleyhtar ve tecavüzkar bir vaziyet almamayı şiarı ittihaz eylemiştir" denilmiştir. Hoybun Cemiyeti, isyan hazırlıklarına başlamış ve bu amaçla 1928 yılında, "Türkiye'de Kürtlerin Katliamı" adlı 48 sayfalık bir kitapçık bastırmıştır.
Hoybun Cemiyeti, özellikle para toplamak ve propaganda yapmak amacıyla Paris Taşnak Merkezi üyesi Çamlıyan ile Süreyya Bedirhan yoğun faaliyetlerde bulunmuşlardır. Çamlıyan faaliyetlerini daha çok Yunanistan, Bulgaristan, Romanya ve Mısır gibi ülkelerde yoğunlaştırmışken, Süreyya Bedirhan, Hoybun Cemiyeti'nin Avrupa temsilcisi olarak Paris'te bir büro açmış ve Avrupadaki faaliyetleri yürütmüştür. Süreyya Bedirhan, Avrupa'daki faaliyetlerinin yanında para toplamak ve Amerikan kamuoyunu etkileyerek ABD desteğini sağlamak amacıyla 1928 yılında ABD'ne gitmiştir. Hoybun Cemiyeti adına ABD'nin çeşitli yerlerinde konferanslar veren Süreyya Bedirhan ilk aşamada 20 bin dolar para toplamıştır.
Bedirhan, ABD'ndeki faaliyetleri esnasında Ermenilerle de yakın işbirliğine girmiş, Ermeni Kilisesi'nde de bir konferans vermiştir.
Süreyya Bedirhan'ın ABD'ndeki konferansları bir kitapçık halinde 1928 yılında Hoybun Cemiyeti tarafından İngilizce olarak yayınlanmıştır. Kitapçığa "Aynı Türk" başlığı adı altında bir giriş yazan Herbert Adams Gibboms; Süreyya Bedirhan'ın Kürt Milli Meclisi Hoybun'un temsilcisi olarak Kürdistan'ın durumunu Amerikan hükümeti ve insanlarına anlatmak için geldiğini belirtmiş ve Bedirhan'ın kısa bir biyografisini vermiştir.
Süreyya Bedirhan, Kürt isyanı ve medeniyeti adına Hoybun ve Kürdistan adına Amerika, İngiltere, Fransa ve İtalya'yı 1925 yılından beri Kürdistan'da Türklerin yaptıkları gaddarlığı incelemeleri için uluslararası bir komisyon kurmaya davet etmiştir.
Cemiyetin faal üyesi ve Ağrı isyanlarının elebaşısı İhsan Nuri, 1924 yılında Türkiye'den kaçarak Irak'a, dolayısıyla İngilizlere sığınmış, daha sonra 1930 yılında çıkan Ağrı İsyanları sırasında Kürtlerin davalarını Milletler Cemiyeti'ne götüreceğini basın aracılığıyla dolaylı yoldan duyurmuş, hatta Irak'ta yaptığı temaslarda böyle bir müracaatı teşvik etmiş, ayrıca Ağrı isyanları sırasında İngiltere'nin kontrolündeki Barzani Kürtleri, Irak sınırını geçerek Türkiye'ye saldırmıştır. Bütün bunlar dikkate alınacak olursa İngiltere'nin bölgedeki gelişmelerle yakından ilgilendiği ve en azından Türkiye'ye karşı yönlendirmeler ve kışkırtmalar yaptığını görülmektedir. 12 Nisan 1931 tarihinde İçişleri Bakanlığı'ndan Başbakanlığa gönderilen bir yazı ekindeki rapora göre; İngiltere'nin bölgedeki aşiretler ve gelişmelerle yakından ilgilenmesinin amacının, "Hakkari vilayeti ile Cizre'de dahil olmak üzere Irak Kürtleri hakimiyeti altında Irak ile Türkiye arasında bir Kürt hükümeti teşkil etmek" olarak değerlendirilmiş, bu amaçla Şeyh Mahmut'un Kürdistan Prensi ilan edileceği, Barzani şeyhi emri altına verecekleri, ve Nasturileri Kürtleştirmeye çalıştıkları belirtilmiştir.
Hoybun Cemiyeti, Temmuz 1929'da Halep'te iki toplantı yapmıştır. Bu toplantılara başta Celadet Ali Bedirhan, Memduh Selim, Cemilpaşa-zade Mehmet, Cemilpaşazade Kadri, Yado, Vahan Papazyan, Hrrşak Papazyan ve Karabet olmak üzere 45 kişi katılmıştır. Toplantılarda, Suriye'deki yerli ve Türkiye'den firari Kürtlerden "azami istifade edilmesi", Türkiye'ye karşı yapılacak herhangi bir hareketin tam ve mükemmel olarak tamamlanmasına karar verilmiştir.
Hoybun-Taşnak ittifakında önem verildiği vurgulanan Dersim bölgesinde Koçgirili Alişir, Hoybun bildirilerini aşiretler arasında yayarak bu bölgelerin de Ağrı İsyanı'na destek olmasına zemin hazırlamıştır. Sonuçta Dersim aşiretleri üzerinde dini bir otoriteye sahip olan Seyit Rıza, devlet görevlilerine karşı direnişe geçmiş, bunun üzerine Ağrı bölgesinden oraya da kuvvet kaydırılmak zorunda kalınmıştır. Böylece merkezi Ağrı olan ayaklanmanın bütün Doğu Anadolu bölgesine yayılması hedeflenmiştir. Hoybun Cemiyeti dağıttığı bildiriler ve yaptığı propaganda ile isyancıların moralini yüksek tutmaya çalışmıştır. Nitekim Cemiyet, 1 Eylül'de yayınladığı bir bildiride, Türk ordusuna büyük kayıplar verdirildiği belirtilmiş ve aynı zamanda Türk kuvvetlerini, bazı köyleri yağmalamak ve bir çok insanı öldürmekle suçlamıştır.
Birinci Ağrı İsyanı, 16 Mayıs 1926'da Yusuf Taşo ve çetesinin İran sınırını geçip Beyazit köylerinden hayvan çalarak Ağrı yayalarına sığınması ve Hası Telli'nin halkı kışkırtmasıyla başlamıştır. İsyan başarıya ulaşmadan bir ay sonra bastırılmıştır.
1927 Eylül'ünde İkinci Ağrı İsyanı başlamıştır. Avrupa'da ve Amerika'da etkili olan ve Amerika'da bir şubesini açan Hoybun Cemiyeti, İkinci Ağrı İsyanı'nı desteklemiştir. Türkiye, Temmuz 1927'de Sovyet Rusya ile yaptığı bir anlaşma ile Kürt isyanlarına karşı Rusya'yı kendi yanına çekmeye çalışmıştır. Ağrı İsyanı'nda Sovyet orduları sınıra asker yığarak isyancıların hareket alanını daraltmıştır. 1928 yılına gelindiğinde İhsan Nuri liderliğindeki isyancı Kürt grupları Ağrı dağına hakim olmuşlardır. 2 bin kişiden fazla isyancı Kürt, dağlara çıkmıştır.
Hoybun Cemiyeti'nin organize ettiği Üçüncü Ağrı isyanı, 1930 yılında başlamıştır. Bölgedeki Celali, Süphanlı, Haydaranlı, Milanlı, Hasenanlı, Zirkanlı, Cibranlı ve Mokorlu aşiretlerinin katıldığı Ağrı İsyanı'nın lider kadrosuna Türk ordusundan firari yüzbaşı İhsan Nuri, Ermeni Zilan ve Bro Haso Telli oluşturmuştur. İsyana katılan aşiret mensuplarının yanında Ermeni ve Nasturi çeteleri de yer almıştır.
Genç Türkiye Cumhuriyeti, Hoybun Cemiyeti'nin organize ettiği Ağrı İsyanına karşı 1930 Haziran'ından itibaren askeri harekata başlama kararı almıştır. Mayıs 1930'da 4. ve 6. Kolordular Ağrı dağı yakınlarında toplanarak Ağrı İsyanı'nı bastırmak için harekete geçmiştir. İsyancılar, Türk ordusunun bir bölümünü üzerlerine çekerek asıl büyük ayaklanmaya destek vermek üzere aynı anda iki olay daha çıkarmışlardır. Bunlardan biri, 20 Haziran 1930 tarihinde Kör Hüseyin ve Eminpaşaoğullarının İran sınırını geçerek Zeylan'da başlattıkları isyandır. Bu isyanda öldürülen isyancının birinin üzerinde halkı isyana teşvik eden birkaç Hoybun Cemiyeti bildirisi ile mührü çıkmıştır. Bu sırada Doğu Anadolu'nun Dersim, Palu ve Viranşehir bölgelerinde de Hoybun Cemiyeti bildiriler dağıtarak halkı isyana çağırmıştır. Türkiye bu olayları bastırmaya çalışırken Irak'taki Şeyh Barzani ve Molla Hüseyin Şerif idaresindeki bir grup, Irak sınırından geçerek Oramar, Şal ve Şemdinli bölgelerinde de isyan çıkarmıştır.
7-14 Eylül 1930 tarihleri arasında yapılan askeri harekâtla Ağrı isyanı tamamen bastırılmıştır.
Özetlemek gerekirse;
1919'daki Koçgiri İsyanı'nı İngiltere desteklemiştir; Koçgiri İsyanı'na katılan isyancıların ele başları 1937-38'de Dersim İsyanı'nda da karşımıza çıkmıştır.
1924'te çıkan Nasturi İsyanı'nı İngiltere desteklemiştir.
1925'te çıkan Şeyh Sait İsyanı'nı İngiltere desteklemiştir.
1925'teki Şeyh Sait İsyanı sonrasında yurt dışına kaçan isyancılardan bazıları
1927 yılında Ermenilerle birlikte Hoybun Cemiyeti'ni kurmuştur. Hoybun Cemiyeti'ni İngiltere, Fransa ve ABD desteklemiştir.
1930'daki Ağrı İsyanı'nı Hoybun Cemiyeti'nce desteklenmiştir.
1937-38'deki Dersim İsyanı'nın alt yapısı 1928-29'da hazırlanmıştır.

Dersim İsyanının Kökleri

1925 Şeyh Sait İsyanı'dan sonra Türkiye Cumhuriyeti'ne karşı planlanan bütün "Kürtçü isyanların" kilit noktalarından biri Dersim olmuştur. Ağrı İsyanı'nı planlayan Hoybun Cemiyeti de Dersim'i en önemli merkezlerden biri olarak görmüştür Hoybun Cemiyeti'nin faaliyetleriyle ilgili İçişleri Bakanlığı'nın Başbakanlığa yazdığı 18 Temmuz 1929 tarihli "gizli raporun" 11. maddesindeki "Dersim, ruh meselesidir. Kürt harekatına istinat noktası teşkil eder. Haydaranlı, Bahtiyarlı, Lolanlı, Balabanlı, Karakiyhili, Arelli ve Çarıklı aşiretlerinin tamamen elde edilmesi lazım geldiğinden bu hususu Hoybun Cemiyeti deruhte eder. Bu durum müştereken tesbit edilerek karar altına alınmıştır." ifadeleri, Dersim İsyanı'nın hazırlıklarının Ağrı İsyanı öncesinde başladığını göstermektedir. Nitekim Ağrı İsyanı'na destek olan isyancılardan bazıları Dersim İsyanı'nda da karşımıza çıkacaktır.
Hoybun-Taşnak ittifakında önem verildiği vurgulanan Dersim bölgesinde Koçgirili Alişir, Hoybun bildirilerini aşiretler arasında yayarak bu bölgelerin de Ağrı İsyanı'na destek olmasına zemin hazırlamıştır. Sonuçta Dersim aşiretleri üzerinde dini bir otoriteye sahip olan Seyyit Rıza, devlet görevlilerine karşı direnişe geçmiş, bunun üzerine Ağrı bölgesinden oraya da kuvvet kaydırılmak zorunda kalınmıştır. Böylece merkezi Ağrı olan ayaklanmanın bütün Doğu Anadolu bölgesine yayılması hedeflenmiştir. Hoybun Cemiyeti dağıttığı bildiriler ve yaptığı propaganda ile isyancıların moralini yüksek tutmaya çalışmıştır. Nitekim Cemiyet, 1 Eylül'de yayınladığı bir bildiride, Türk ordusuna büyük kayıplar verdirildiği belirtilmiş ve aynı zamanda Türk kuvvetlerini, bazı köyleri yağmalamak ve bir çok insanı öldürmekle suçlamıştır .
Birinci Ağrı İsyanı, 16 Mayıs 1926'da Yusuf Taşo ve çetesinin İran sınırını geçip Beyazit köylerinden hayvan çalarak Ağrı yaylalarına sığınması ve Hası Telli'nin halkı kışkırtmasıyla başlamıştır. İsyan başarıya ulaşmadan bir ay sonra bastırılmıştır.
1927 Eylül'ünde İkinci Ağrı İsyanı başlamıştır. Avrupa'da ve Amerika'da etkili olan ve Amerika'da bir şubesini açan Hoybun Cemiyeti, İkinci Ağrı İsyanı'nı desteklemiştir. Türkiye, Temmuz 1927'de Sovyet Rusya ile yaptığı bir anlaşma ile Kürt isyanlarına karşı Rusya'yı kendi yanına çekmeye çalışmıştır. Ağrı İsyanı'nda Sovyet orduları sınıra asker yığarak isyancıların hareket alanını daraltmıştır. 1928 yılına gelindiğinde İhsan Nuri liderliğindeki isyancı Kürt grupları Ağrı dağına hakim olmuşlardır. 2 bin kişiden fazla isyancı Kürt, dağlara çıkmıştır.
Hoybun Cemiyeti'nin desteklediği Üçüncü Ağrı İsyanı, 1930 yılında başlamıştır. Mayıs 1930'da 4. ve 6. Kolordular Ağrı dağı yakınlarında toplanarak Ağrı İsyanı'nı bastırmak için harekete geçmiştir. 7-14 Eylül 1930 tarihleri arasında yapılan askeri harekatla Ağrı isyanı tamamen bastırılmıştır.
Başta İhsan Nuri olmak üzere isyancıların elebaşları İran'a kaçmışlardır. İran tarafından tutuklanan İhsan Nuri kısa bir süre sonra serbest bırakılmış ve kendisine İran ordusunda görev verilmiştir.
Hoybun Cemiyeti Ağrı isyanının bastırılmasından sonra gücünü büyük oranda kaybetmesine rağmen Türkiye'ye karşı faaliyetlerine devam etmiştir.

Özellikle Fransa, Hatay sorunundan dolayı Hoybun Cemiyeti'nin faaliyetlerini desteklemeye devam etmiş ve dolayısıyla Cemiyeti'nin çalışmaları Suriye'de yoğunlaşmıştır.
Siyasi Kürtçülüğe kültürel bir zemin hazırlamak amacıyla Şam'da 1932 yılında Hawar Dergisi çıkarılmaya başlanmıştır. Celadet Ali Bedirhan ve Kamuran Bedirhan tarafından Hoybun Cemiyeti'nin yayın organı olarak onbeş günde bir Kürtçe ve Fransızca olarak yayınlanan bu dergi, 1943 yılına kadar çıkarılmıştır.
Hawar dergisinin ilk sayısında "amaçları ve özellikleri" başlığı altında derginin sadece ilmi ve edebi bir amaçla kurulduğu belirtilerek yayın politikası şöyle sıralanmaktadır.
a) Kürtler arasında Kürt alfabesi ve gramerinin yayınlanması, menşei ve diğer dillerle akrabalığının incelenmesi (ilk sayıda Kürt alfabesi yayınlanmaktadır)
b) Folklor başlığı altında Kürt efsaneleri, masalları ve Türkülerinin yayınlanması,
c) Kürtlerin yazılı edebiyatları ile müzik, âdet, gelenek, tarih ve coğrafyalarının incelenmesi ve yayınlanması,
d) Kürt dilinin Hint-Avrupa dil grubuna dahil olduğu, Kürtlerin bugün kullandıkları dilin Medlerin, Perslerin, Farsların dili ile aynı olduğuna dair araştırmaların yayınlanması,
e) Derginin sayfalarının "yakından veya uzaktan Kürtçeye, Kürdistan'a ve Kürtçülüğe ilgi duyanlara" açık olduğu,
f) Kürtlerin modernleşmek istedikleri, ancak Avrupalılara benzemedikleri belirtilmekle "birkaç Kürdün Avrupai giyinmesi bahane edilerek Kürt kıyafetlerini başlık olarak şapkayla ve giysi olarak da smokinle tasvir etmek garip olacaktır" denilerek ırkımıza has âdet, gelenek ve özellikle ile onlardan ayrıldıkları belirtilmiştir.
Günümüz Kürtçülerinin "Kürt açılımı" adı altındaki talepleri, Celadet Ali Bedirhan ve Kamuran Bedirhan gibi "ayrılıkçı Kürtçülerce" 1932 yılından itibaren çıkarılmaya başlayan Hawar Dergisi'nde dile getirilmiştir. Dolayısıyla "Kürtlerin demokratik talepleri" söyleminin arka planında, aslında "Kürtçülerin ayrılıkçı talepleri" yatmaktadır. Zamanla faaliyetleri oldukça azalan Hoybun Cemiyeti'nin, Hatay sorununun gündeme gelmesine paralel, Fransa'nın mandaterliğindeki Suriye'de yeniden canlanmaya başladığı görülmüştür. Nitekim İçişleri Bakanlığı'nın Başbakanlığa yazdığı 12 Ekim 1935 tarihli yazıda; Hoybun Cemiyeti'nin Suriye'de yaşayan kürtlere yardım maskesi altında çalışan fakat gerçekte Hoybun'a yardım toplayan "Kürt Fukara Perver Cemiyeti" adında bir dernek kurduğu, bu derneğin topladığı hububat ve paraları Hoybun'un siyasi amaçları için harcadığı belirtilmiş ve cemiyetin en büyük destekçisinin de Suriye'de kendisini Şeyh Sait'in halifesi ilan eden Şeyh Ahmet olduğu, bu kişinin, geçmişte Türkiye'ye saldırılarda bulunmuş çetelere maddi yardım yaptığı ve eline fırsat geçerse Şeyh Sait'den daha tehlikeli olabileceği vurgulanmıştır.
Hoybun Cemiyeti'nin 1930 yılında açtığı Antakya şubesi de 1935 yılından sonra faaliyetlerini arttırmıştır. Hoybun Cemiyeti'nin "katibi umumisi" olan aynı zamanda Antakya şubesinin de başkanlığını yapan Antakya Lisesi felsefe öğretmeni Memduh Selim, 1936 yılı başlarında Türkiye sınırına yakın Kürt köyleri üzerinde propaganda faaliyetlerini yoğunlaştırmıştır.
1936 yılı başlarından itibaren Hoybun Lideri Celadet Ali Bedirhan İskenderun, Halep ve Beyrut'taki Taşnak önderleriyle görüşmeler yaparak Cezire üzerinden Türkiye'ye karşı bir hareket yapmayı planlamıştır. Ayrıca Taşnak-Hoybun işbirliğine Türkiye'ye karşı düşmanca duygular besleyen Samdaki "Çerkez Cemiyeti" de dahil edilmiştir. Bu konuda Celadet Ali ile Çerkez Cemiyeti Başkanı Abdullah Bey arasında bir ittifak yapılarak Türkiye'ye karşı üç cemiyetin birlikte hareket etmesi kararlaştırılmıştır. Bu ittifakın yapılmasından sonra Türkiye'ye karşı 1937 yılı başlarında veya ilkbaharda harekete geçilmesi uygun bulunarak Türkiye içindeki taraftarları olarak kabul ettikleri bazı aşiretlere hazırlık yapmaları için talimat dahi verilmiştir. Nitekim 1936 yılı sonlarında Türkiye'nin güney sınırında bir takım çete saldırıları görülmeye başlamış, 1937 yılı başından itibaren bu saldırılar daha da artmıştır. Bu sırada Fransa, İngilizlerin Musul sorununu çözmek için kullandıkları modeli kullanarak Türkiye'ye yönelik "bölücü" hareketleri kışkırtma yoluna gitmiştir. Özellikle Türkiye açısından Hatay'ın ön plana çıktığı 1937 yılında Fransa Dersim İsyanı'nı teşvik etmiştir. Bunun üzerine Türkiye 8 Temmuz 1937 tarihinde Afganistan, Irak ve İran ile Sadabat Paktı'nı kurarak bölgeden yönelebilecek bölücü hareketleri önleme yoluna gir-mistir. Ancak Türkiye'nin çabalarına rağmen 1937 yılında Dersim İsyanı'nın çıkması önlenememiştir.
Bütün bu emperyalist oyunlara karşı Atatürk Türkiyesi de boş durmamıştır: Genç Türkiye Cumhuriyeti, Ağrı İsyanlarını sert bir şekilde bastırdıktan sonra 1932 yılının başında, Celal (Bayar) ve Tevfik Rüştü (Aras) başkanlığındaki iki resmi Türk heyetini İran'a göndermiştir. Bu heyetler, Kürt sorunu konusunda İran'la görüşerek, İran'ın isyancıları himaye etmemesini ve bu konuda Türkiye'ye yardım etmesini istemişlerdir.
Türkiye sadece İran'la değil, Irak'la da Kürt sorunu konusunda görüşmeler yapmıştır. İki kez üst üste Türkiye'yi ziyaret eden Irak Dışişleri Bakanı'ndan, "Barzan bölgesini merkez olarak kullanan isyancı Kürtlere karşı operasyon yapılması" istenmiştir. Irak Hükümeti bu isteği kabul ederek Barzanlı Şeyh Ahmet'e karşı saldırılar düzenlemiştir. Aynı günlerde Irak'ın Ankara Büyükelçisi, İngiliz Büyükelçisi'ne gönderdiği bir yazıda İran, Irak ve Türkiye hükümetleri arasında Kürtlere karşı işbirliğinden söz etmiştir. Bu işbirliği Irakta'ki Kürt isyancılarından Şeyh Ahmet ve Mahmut'u etkisiz hale getirmiştir.
Ağrı İsyanı'nından sonra genç Türkiye Cumhuriyeti içerde de çeşitli önlemler almıştır: 5 Mayıs 1932'de çıkarılan bir İskan Kanunu'yla Kürtlerin bir kısmı Batı bölgelerine yerleştirilmiştir. Aynı kanunla, şeyhlik, beylik ve ağalık kaldırılmış, aşiret resilerinin ve dini liderlerin sahip olduğu yetkiler ellerinden alınmıştır. Türkçeden başka bir dil kullanmak, yeni köyler ve mahalleler kurmak, zanaatkar cemiyetleri oluşturmak da yasaklanmıştır.
Ancak bütün bu dış ve iç önlemlere karşın dışardan "emperyalizm" içerden de "yerli işbirlikçiler" çok geçmeden yeni bir Kürtçü isyan planlamışlardır.
Genç Cumhuriyeti ve Kürt halkını derinden sarsacak olan bu isyanın adı Dersim İsyanı'dır.
Görüldüğü gibi Dersim İsyanı, asla sadece Dersim İsyanı değildir; Dersim İsyanı, 1919-1936 arasındaki "emperyalist" destekli Kürtçü isyanların, bu süredeki yeni isyan hazırlıklarının, genç Türkiye Cumhuriyeti'ne karşı kurulan "kirli ittifakların" nihai bir sonucudur

Osmanlı Dönemindeki Dersim İsyanları

Dersim, Osmanlı döneminde çokça isyan etmiştir. Dersim aşiretleri, yaşadıkları bölgenin Osmanlı Devleti'nin maden ihtiyacını karşılayan bir bölge olduğunu fark ettikten sonra sıkça Osmanlı'ya karşı isyan etmişlerdir. Dersim aşiretleriyle Osmanlı arasındaki Alevi-Sünni ayrımı bu isyanları daha da şiddetlendirmiştir. Cengiz Özakıncı 'nın dediği gibi, "Maden demek, silah demek; top, tüfek, gülle demek; gümüş 'akça' ve 'bakır' mangır demekti. Çaldıran Savaşı'ndan sonra Osmanlı devleti, ne zaman doğudaki komşuları Rusya ya da İran'la savaşa tutuşacak olsa, siyasal Aleviliğin, Kızılbaşlığın dağlar ve akarsularla korunaklı kalesi Dersim'in önde gelen kimi aşiretleri, Osmanlı'nın top, tüfek ve para üretiminin kaynağı olan çevredeki madenlere saldıracaktı."
Osmanlı Devleti' 1514, 1534-1535,1548-1549,1552-1554,1578-1590,1603-1611,1615-1618,1622-1639,1723-1727,1730-1732,17351736,1821-1823 tarihlerinde Alevi, Şii, Kızılbaş İran Devletiyle savaşmıştır. Bütün bu savaşlarda, Sünni Osmanlı'nın yerli top tüfek barut üretimi, kimi Alevi-Kızılbaş Dersim aşiretleri tarafından, yöredeki madenlere yapılan silahlı baskınlarla, saldırılarla kesintiye uğratılmıştır.
İsyancı Dersim aşiretleri 17. Yüzyıla kadar "İran'ın maşası" durumundayken, 19. yüzyıldan itibaren önce Rusya'nın, sonra da İngiltere'nin maşası durumuna gelmişlerdir.
1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı'nda bazı Dersim aşiretleri, Rusya'nın yanında yer almak için Erzurum'daki Rus konsolosuna teklifte bulunmuştur.
1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında bazı Dersim aşiretleri o bölgedeki Türk kışlalarına, Türklere ve bazı illere saldırmıştır.
1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı'nda Dersim'deki Kırgan aşireti, Hozat'ı basarak halkı gasp etmiştir.
1892'de Dersim'deki Koç ve Şam uşakları birleşerek büyük gruplar halinde azgınca etrafa saldırmıştır.
1893-1905 arasında Dersim'de zaman zaman büyük karışıklıklar çıkmış, Arapkir ve Kemah halkı can ve mallarını korumak için Saray ve Babıali'ye şikayet dilekçeleri göndermiştir.
Bütün bu belge ve bilgiler, Cumhuriyet döneminde 1937-1938'deki Dersim İsyanı'nın "Son Dersim İsyanı" olduğunu kanıtlamaktadır! Anlaşıldığı kadarıyla "Dersim'in asayişsizlik tarihçesi" bir hayli gerilere gitmektedir.
1896'da Osmanlı yönetimi, Dersim aşiretlerinin "başı bozuklukları", halka yönelik saldırıları, "yağma" ve "katliamları" üzerine Dersim'le yakından ilgilenmeye başlamıştır. Saray, Babıali, Anadolu Genel Müfettişi Müşir Şakir ve 4. Ordu Komutanı Zeki Paşa arasındaki yazışmalardan sonra Dersim hakkında bazı kararlar alınmıştır. Bu kararlardan beşincisi, "Dersimlilerin cidden ıslahı için alınması gereken önlemler"dir.
1896 tarihli 5. karardaki önlemelerden bazıları şunlardır:
• Muhtemel bir direniş hesaplanarak, bunu etkisiz hale getirecek kadar 4. Ordu'dan bir kuvvet ayrılacaktır.
• Bu kuvvet güçlü bir komutanın kontrolüne bırakılacaktır.
• Ayrılacak kuvvet sessizce Erzincan, Çemişgezek ve Mamuretülaziz civarından Dersim bölgesine sevk edilecektir.
• Dersim halkını, yirmi para yevmiye ve yarım okka ekmek vererek Hozat yolunun yapımında çalışmaya davet ederek "Dersimlilerin vahşetleri" önlenecektir.
• Aşiretler arasında birleşme önlenecektir.
• Amacın ziraat ve ticaret kapısı açmak olduğu telkin edilerek, halkın ıslahına çalışılacaktır.
• Bu telkinler sırasında muhalefet gösterilmediği takdirde şiddet gösterilmeyecek, aksi halde şiddet gösterilecektir.
• Ne şekilde olursa olsun hiç kimsenin malına el koymamak konusunda askerler uyarılacaktır.
• Bu uygulamaya karşı muhalefet edenlerin Trablus ve Yemen taraflarına sürgün edilecekleri bildirilecektir.
• Askeri harekatın uygulanması sırasında Dersim'de bir süre "örfi idare" uygulanacaktır.
• Dersim sancağı kaldırılacaktır.
• Ovacık, Hozat ve Kızılkilise'de gerektiği zaman Kuzuçan'da örfi idare ilan edilecek ve yer yer "örfi idare mahkemeleri" kurulacaktır.
• O bölgelerdeki kaymakamlık ve müdürlük görevleri o bölge komutanına devredilecektir.
• Kazalarda birer ikişer maliye memuru bulundurulacaktır.
• Uygun birkaç yerde "iptidayi mektepleri"açılacaktır. Eğitim görecek çocuklara yüz dirhem ekmek, senelik bir entari, kuşak ve festen ibaret kapama tarzında bir elbise verilerek çocuklar eğitime teşvik edilecektir.
• Dersim'de bulundurulacak askerin ihtiyaçları zamanında karşılanacaktır.
1896 tarihli bu kararlardan çok açık bir şekilde görüldüğü gibi Dersim, sadece Cumhuriyet döneminde "sorun" olmaya başlamamış, Osmanlı döneminde de çok ciddi bir sorun olmuştur. 19. yüzyılda bazı Dersim aşiretlerinin yağma, saldırı ve isyanları Osmanlı yöneticilerini Dersim ve civarında acil önlemler almaya yöneltmiştir. 1896 tarihli kararlara göre Dersim'e yönelik alınması düşünülen önlemler; bölgeye ordu sevk etmek, aşiretlerin birleşmesini önlemek, halka iş imkanları sağlamak, devlete yönelik muhalefete müsaade etmemek, asileri sürgünle cezalandırmak, bölge yönetimini sivillerden askerlere vermek, yer yer sıkıyönetim ilan edip, sıkıyönetim mahkemeleri kurmak, eğitim düzeyini arttırmak biçiminde sıralanmıştır ki, Dersim'e yönelik benzer önlemler, Cumhuriyet döneminde de gündeme gelmiştir.
Osmanlı'dan Cumhuriyet'e, Dersim/Doğu Raporları
Dersim'deki karışıklıkların artması üzerine Osmanlı Devleti, Der-sim'deki asayişsizliklere karşı alınması gereken önlemler konusunda, bölgeye araştrrma-inceleme heyetleri göndererek raporlar hazırlatmıştır.

Osmanlı döneminde "Doğu ve Dersim" konusunda hazırlanan raporlar şunlardır:

1) Anadolu Genel Müfettişi Şakir Paşa'nın Raporu. (1899)
2) Mutasarrıf Mardini Arif Bey Raporu (1903)
3) Mutasarrıf Celal Bey Raporu (1906)
Osmanlı Devleti, bu raporlardaki önlemleri uygulamasına karşın Dersim'deki "eşkıyalık" ve "isyan" bir türlü bitmek bilmemiştir. Bunun üzerine Osmanlı Devleti 1907'de, 1908'de, 1909'da ve 1916'da Dersim'deki isyancı aşiretler ve eşkıyalar üzerine askeri harekat düzenlemiştir.
Demek ki neymiş! Dersim'e askeri harekat düzenleyen sadece Genç Cumhuriyet değilmiş, Osmanlı da tam dört kez, Dersim'e askeri harekat düzenlemek zorunda kalmış!...
Ama nedendir bilinmez! Cumhuriyet'in Dersim harekatını "katliamcılık" olarak adlandıranlar, Osmanlı'nın Dersim harekatlarını bilmezlikten gelmektedirler!...
Genç Türkiye Cumhuriyeti, 1926 yılında daha Ağrı İsyanları devam ederken Dersim'in her an patlamaya hazır bir bomba olduğunu görerek Dersim'le ilgilenmeye başlamıştır.
Bu doğrultuda, Dersim'i daha iyi tanımak, Dersim'deki sorunları ve çözüm yollarını araştırmak üzere Dersim'e inceleme heyetleri ve raportörler gönderilmiştir.

Cumhuriyet döneminde Doğu ve Dersim konusunda hazırlanan raporlar şunlardır:

1. Ziya Gökalp'in "Kürt Aşiretleri Hakkında Sosyolojik Tetkikler" adlı Kitabı (1924).
2. Kütahya Milletvekili Neşit Hakkı Uluğ'un "Doğu'dan Bir Mektup" Başlıklı Çalışması. (1925).
3. Mülkiye Müfettişi Hamdi Bey'in Raporu (1926)
4. Elaziz Valisi Cemal (Bardakçı)'nın Raporu (1926)
5. Milli Emniyet Hizmetleri (MEH) Teşkilatı'nrn Van Vilayeti Raporu (1928)
6. MEH'in Urfa Vilayeti Raporu (1928)
7. MEH'in Hakkari Vilayeti Raporu (1928)
8. MEH'in Elaziz Vilayeti Raporu (1928)
9. MEH'in Mardin Vilayeti Raporu (1928)
10. MEH'in Siirt Vilayeti Raporu (1928)
11. MEH'in Diyarbakır Vilayeti Raporu (1928)
12. Elaziz Valisi Nizamettin Ataker'in Raporu
13. Birinci Umum Müfettişi İbrahim Tali (Öngören) Bey'in Birinci Raporu (1930)
14. Büyük Erkanı Harbiye Reisliği'ne Rapor (Fevzi Çakmak Raporu). (1930)
15. Halis Paşa (Korg. Ömer Halis Bıyıktay) Raporu (1930)
16. Dahiliye Vekili Şükrü Kaya Raporu (1931)
17. Birinci Umum Müfettiş İbrahim Tali Bey'in İkinci Raporu (1931)
18. Jandarma Umum Kumandanlığı Raporu (1932)
19. Erzincan Valisi Ali Kemali Bey'in Erzincan Kitabı (1932)
20. İsmail Hüsrev Tökin'in "Türkiye Köy İktisadiyatı" adlı Kitabı(1934)
21. Başvekil İsmet İnönü Raporu (1935)
22. İktisat Vekili Celal Bayar'ın Şark Raporu (1936)
23. Dahiliye Vekili Şükrü Kaya'nın Umumi Müfettişler Konferansı'nı Açış Konuşması (1936)
24. Birinci Umumi Müfettiş Abidin Özmen'in Umumi Müfettişler Konferansı'ndaki Konuşması (1936)
25. Üçüncü Umumi Müfettişi Tahsin Uzer'in Umumi Müfettişler Konferansı'ndaki Konuşması (1936)
26. Dödüncü Umum Müfettişi Korg. Abdullah Alpdoğan'ın Umumi Müfettişlikler Konferansı'ndaki Konuşması ve Raporu (1936)
27. Dördüncü Umum Müfettişliğin İkinci Raporu (1937 veya 1938)
Görüldüğü gibi genç Türkiye Cumhuriyeti, 1924-1938 arasında, genelde Kürt sorunu, özelde Dersim konusunda tam 27 adet rapor, kitap ve konuşma hazırlatmıştır. Atatürk, bütün bu raporlardan (çalışmalardan) çıkan "ortak analizlere" ve "ortak sonuçlara" göre "Dersim politikasını" biçimlendirmeye çalışmıştır. Yani, Cumhuriyet tarihi yalancılarının iddia ettikleri gibi genç Cumhuriyetin Dersim politikası, "Atatürk'ün veya İsmet İnönü'nün durup dururken ortaya attığı bir politika" değil; uzun araştırmalar, incelemeler, gözlemler ve sosyolojik tahlillerden sonra, yaşanan olaylar da dikkate alınarak geliştirilmiş son derece "gerçekçi","sistemli" ve "bütüncül" bir politikadır.
Genç Cumhuriyetin "Kürtçü isyanları önlemeye" yönelik "Doğu raporları", özellikle Şeyh Sait İsyanı'ndan sonra 1925-1928 yıllarında yoğunlaşmıştır. 1930'daki Ağrı İsyanı'ndan sonra Dersim İsyanı'nın ilk işaretlerinin görülmesi üzerine, 1930'ların ortalarında, yerinde incelemeler yapılmıştır.

Dersim İsyanı 1926-1936

Dersim İsyanı'nın ilk işaretleri, 1926-1930 arasında, Ağrı İsyanı devam ederken görülmüştür: Birçok Dersim aşireti ve aşiret reisi bu isyana destek olmuştur.
Bu ilk işaretleri gören genç Cumhuriyet, 1926 yılında Mülkiye Müfettişi Hamdi Bey'i Dersim'e göndermiştir. Daha önce belirtildiği gibi, Dersim' de incelemeler yapan Hamdi Bey Cumhuriyetin ilk Dersim raporunu hazırlamıştır.
Genç Cumhuriyet daha sonra da Cemal (Bardakçı)'yı Dersim'in bağlı olduğu Elazığ'a vali atamıştır. Cemal Bardakçı, Hozat'a giderek Koçuşağı aşireti dışındaki bütün aşiret reislerini Dersim'e davet etmiştir. Ayrıca Diyarbakır Valisi Rıza Bey'le Diyarbakır Umum Müfettişi İzzettin Paşa'yı da Hozat'a çağırmıştır. Cemal Bardakçı, Hozat'a gelen aşiret reislerini askeri törenle karşılamıştır. Toplantıya, Seyit Rıza ve Baytar Nuri, yöresel kıyafetlerle katılmışlardır.
Atatürk'ün isteğiyle, Elazığ Valisi Cemal (Bardakçı) ve Bölge Müfettişi İzzettin Paşa, bölgeye giderek aşiret reisleriyle yaptıkları toplantıda;
Dersim'de "sükunet" sağlandığı takdirde isteyen Dersimliye Elazığ'da ve Malatya'da toprak verileceğini ve daha önce sürgün edilen Dersimlilere af çıkarılacağını vaat etmişlerdir. Dahası, Vali Cemal Bey, Dersimlilerden bir heyet oluşturup Dersimli Baytar Nuri ile birlikte Ankara'ya götürmüştür. Cermal Bardakçı, Dersim konusundaki görüş ve önerilerini bir raporda toplayarak hükümete sunmuştur. Daha sonra Cemal Bardakçı, "Atatürk'ün ve Türkiye Cumhuriyeti'nin Alevi-Kürtlerle dost olduğu, yeni devletin çok yakın zamanda Dersim ve civarını her bakımdan kalkındıracağı" gibi sözleri Dersimli aşiretlere iletmek için Baytar Nuri' den yardım istemiştir. Baytar Nuri, Cemal Bardakçı'nın bu sözlerini aşiretlere ileteceğini belirterek, Seyit ve Rıza ve diğer isyancı aşiret reisleri Elazığ Valisi Cemal (Bardakçı) ile görüşmüştür. Ancak bir "Kürtçü" olan ve gizlice isyancılara destek veren Baytar Nuri, aşiret reisleriyle çok başka şeyler konuşmuştur. Baytar Nuri bu gerçeği anılarında şöyle itiraf etmiştir: "Hükümetin müsadesi olmaksızın Dersim'e gitmek benim için mümkün olmadığından bu fırsattan faydalanarak Seyit Rıza ile milli davamızla ilgili bütün meseleleri görüştük ve Ağdat'tan ayrıldım...".
Daha sonra Cemal Bardakçı, Aslanan, Beytan, Pezgeran ve Maksudan aşiret reisleriyle bir toplantı yapmıştır. Bardakçı, bu toplantıda şunları söylemiştir:

"Ağalarım! Gazi Paşa'nın sizlere özel olarak selamı var. Beni size o gönderdi. İçtiğim su ile yemin ediyorum ki o Alevidir. Dünyadaki bütün Alevileri sevindirecektir. Ben de Aleviyim. Bir Alevi olarak size söz veriyorum. Yollarınız yapılacak, okullarınız açılacak, toprağı olmayanlara Erzincan'da Elazığ'da toprak verilecek. Ancak sizden bir hizmet bekliyorum. Yakında hükümet kuvvetleri gelecek ve öteden beri Dersim'in adını lekeleyen Koçuşağı aşiretini ıslah edecek. Sizin de bu kuvvetlere yardımcı olmanızı diliyorum. Kocan aşireti ıslah edildikten sonra Dersim'de her şey yoluna girecek. Hükümet, Dersi-m'e güven duyup Dersimlilerin her çeşit isteklerini yerine getirecek."
Cemal Bardakçı'nın bu görüşmesinden sonra Dersimli aşiretlerden bazıları Hükümeti destekleme kararı almışlardır. İsyancılara destek sağlayan Baytar Nuri Haydar Paşa komutasındaki Türk ordusu, 6 Ekim 1926 tarihinde isyancı Koçuşağı aşiretinin üzerine yürümüştür. Ancak Kocan, Semikan, Resikan aşiretleri Amutka taraflarında Türk ordusuna karşı verdikleri mücadelede başarılı olmuşlar ve Türk ordusu 20 Ekim 1926'da Tağar derisinin gerisine çekilmiştir.
Haydar Paşa, yenilginin nedenini Türk ordusunu destekleyen Dersim aşiretlerin yeterince özveriyle mücadele etmemelerine bağlamıştır.
1926 yılında Türk ordusunun Dersim operasyonu sırasında yaşadığı aşiret yardımlaşmasına dayanan büyük direniş, genç Cumhuriyeti Dersim konusunda daha radikal önlemler almaya yöneltmiştir.
1927 yılında olağanüstü yetkilerle donatılmış merkezi Diyarbakır'da olan Bölge Genel Müfettişliği (Bölge Valiliği) kurulmuştur. Diyarbakır, Elazığ, Van, Bitlis, Muş, Mardin, Urfa, Siirt, Hakkari, Bingöl, Dersim ve Malatya illeri Bölge Genel Müfettişliği'ne bağlanmıştır.
Bölge Genel Müfettişliği'nin başına Dr. İbrahim Tali (Öngören) getirilmiştir. Veli Saltık'a göre, İbrahim Tali Öngören, kızını Harput Müftüsü'nün oğluyla evlendirmiş ve kısa zaman içinde damadının çevresindeki "Sünni" esnaf ve beylerin etkisi altına girerek Dersim'in Alevi aşiretlerine karşı "ön yargılı" davranmaya başlamıştır.
1930 yılında Ağrı İsyanı bastırılmıştır. İsyanın liderlerinden İhsan Nuri, İran'a sığınmıştır.

Ağrı İsyanı'nın ardından Doğu'da incelemelerde bulunan Genelkurmay Başkanı Mareşal Fevzi (Çakmak) Paşa, 18 Eylül 1930 tarihinde Başbakanlığa bir rapor sunmuş ve raporunda, bir an önce Dersim'e "askeri harekat" düzenlenmesi gerektiğini belirtmiştir.
Fevzi Paşa'nın bu önerisi doğrultusunda, Ağrı İsyanı'nı bastırmaktan dönen. 7. Alay, 3.Tümen Komutanı Halis Paşa'nın komutasında Dersim'e gönderilmiştir.
Halis Paşa, aşiret liderlerine haber göndererek bu askeri harekatın sadece asi Abasan aşiretine yönelik olduğu belirtilerek, diğer aşiretlerin tarafsız kalmalarını istemiştir. Ancak bu uyarıya rağmen Balıkan, Arelian, Haydaran, Demenan ve Kalan aşiretleri Abasan aşiretini desteklemişler ve 7. Alay'a karşı çok sert bir direniş göstermişlerdir.
24 Ekim 1930 tarihinde 7. Alay saldırıya geçmiş ve bazı köylerdeki asiler etkisiz hale getirilmiştir.
28 Ekim 1930 tarihinde asilerin sert direnişiyle karşılaşan 7. Alay, Dağbek'in kuzeyine çekilmiş, ancak orada da tutunamayarak Panciras köyünün batısına kaydırılmıştır. Komutanlığın verdiği rapora göre bu çatışmalarda 200 kadar asi Kürt imha edilirken, 6 asker şehit edilmiş, 10 asker de yaralanmıştır. Bu sırada Erzincan'daki 73. Jandarma Bölüğü Doğu Dersim'e sevk edilmiş, Elazığ Valisi Fahri Bey de 200 kişilik bir askeri birlikle Nazımiye'ye gelmiştir.
"1931 sonbaharında Dersim gene azgındı. Dersim'in içindeki ve yöresindeki halk yer yer şikayet ediyordu. Haydaranlar Kiğı'ya Yukarı Abbaslılar ve yine Seyit Rıza'nın himaye ettiği Koçgirililer, Kemaliye, Refahiye, Zara ve Sivas'a kadar soygunculuk yapıyorlardı. İki yıl içinde Dersim'de yapılan suçların takibi için çıkarılan mahkemeye çağırma, tutuklama ve yakalama müzakerlerinin ve özel müzakerlerin toplamı 4.680'i bulmuştu.
Dersim'i çevreleyen kazaların 150 bin nüfusluk halkı, Dersimlilerin art arda ve sürekli, taaaruz ve tecavüzlerinden bıkmıştı. Dersim'e yakın yörelerin kazanç ve hayatları Dersimlilerin ayakları altında çiğneniyordu. Toplu ve büyük çetelerin köy basması, sürü götürmesi, mukavemet edenleri öldürmesi, son ayların adi vakaları arasına geçmişti. Dersim'e yakın yerlerdeki halk, malından, canından emin değildi, bu halkın manevi cesaret ve mukavemeti de kırılmıştı.
Dersim'in içi daha acıklı idi. Çemizşkezek, Pertek, Mazgirt ve Hozat kazalarında aşiret hayatından ayrılmış çiftçilerin de ağaların eline düştüğü görülüyordu. Devlete asker ve vergi veren bu halk canını ve malını korumak için kendilerine musallat olan aşiretlere de haraç vermek mecburiyetindeydiler; soyuluyorlar, öldürülüyorlardı.
Aşiretler arasındaki düşmanlık da pek canlı bir halde idi. Bu düşmanlık, tarih boyunca birbirlerini soymalarından başka, eski idarelerin aşiretleri birbirine kırdırmakla Dersim'e hakim olunabileceğini zanneden sakat hareketlerden de hatıralar ve izler taşıyordu."
1932 yılında Genel Müfettiş Dr. İbrahim Tali (Öngören) görevden alınmış yerine Sivas Valisi Vehbi Bey atanmıştır.
Bu sırada Genel Kurmay Başkanı Fevzi (Çakmak) Paşa, Başbakanlığa sunduğu yeni bir raporda, Dersim'in devamlı sorun çıkarttığını, Dersim halkının cahil olduğunu,bölgede coğrafi koşulların çok kötü olduğunu, yolların yetersiz olduğunu, Dersimlilerin geçim sıkıntısı çektiklerini, arazinin tarıma uygun olmadığını, toprakların belli aşiretlerin elinde olduğunu, insanların yaşadığı evlerin çok yetersiz olduğunu belirterek, alınması gereken önlemleri şöyle sıralamıştır:
1- Ana yolların yapımı,
2- Silahların toplanması,
3- Reislerin, ağa ve şeyhlerin, bir daha dönmemek üzere batıya sürgün edilmeleri,
4- Reisler alındıktan sonra halktan azgın olanların toplatılarak uzak yerlerde öz Türk köylerine yerleştirilmeleri; Dersim'de kalacak olanlara reislerin arazilerin dağıtılması.
Fevzi Paşa'nın raporunda, "Dersim'den öncelikle çıkartılması gereken reisleri" sıralarken, ilk sırada "Seyit Rıza, oğulları ve kardeş çocuklarına" yer vermiş olması, çok dikkat çekicidir.

Atatürk'ün Dersim Islahat Hareketi

Atatürk, 1935 yılında Meclisi açış konuşmasında Dersim'de yapılacak "ıslahat programını" şöyle açıklamıştır:
"Yeniden iki genel ispektörlük ve yeniden bazı vilayetlerin kurulması da lüzumlu görülmektedir. Bu arada Dersim bölgesinde esaslı bir ıslahat programının tatbiki de düşünülmüştür. Milletimizin layık olduğu yüksek medeniyet ve refah seviyesine varmasını alıkoyabilecek hiçbir engel düşünmeye yer bırakılmadığını ve bırakılmayacağını huzurunuzda söylemekle bahtiyarım. (bravo sesleri, alkışlar)
Tunceli'deki icraatımız neticeleri, bu hakikatın yakın ifadesidir. İleri hükümetçiliğin şiarı, halkı kuderetine olduğu kadar şefkatine de samimiyetle inandırabilmesidir. Büyük, küçük bütün Cumhuriyet memurlarında bu zihniyetin en geniş ölçüde inkişafına önem vermek çok yerinde olur."
"Uzun yıllardan beri devam eden ve zaman zaman had bir şekil alan Tunçeli'deki toplu şekavet (eşkıyalık) hadiseleri, muayyen bir program dahilindeki çalışmaların neticesi olarak kısa bir zamanda bertaraf edilmiş, o mıntıkada bu gibi vakalar bir daha tekerrür etmemek üzere tarihe devrolunmuştur. (bravo sesleri). Cumhuriyetin feyzinden yurdun diğer evlatları gibi oradakiler de tamamıyle istifade edeceklerdir."
Atatürk, Tunceli (Dersim)'deki eşkiyalığın, "Milletimizin layık olduğu yüksek medeniyet ve refah seviyesine varmasını" engellemesine izin verilmeyeceğini, bunun için de Tunçeli'de bir "ıslahat programı" uygulanacağını 1935 yılında açıklamıştır.
Atatürk'ün "Dersim ıslahat programını" açıklarken söylediği, "İleri hükümetçiliğin şiarı, halkı kudretine olduğu kadar şefkatine de samimiyetle inandırabilmesidir. Büyük, küçük bütün Cumhuriyet memurlarında bu zihniyetin en geniş ölçüde inkişafına önem vermek çok yerinde olur" sözleri, "Atatürk Dersim'de soykırım yapmak istiyordu!" diyen Cumhuriyet tarihi yalancılarını utandıracak niteliktedir.
Hükümetin halka "şevkat göstermesini" isteyen Atatürk, Cumhuriyet memurlarının bu "zihniyete" sahip olmalarının önemine işaret etmiştir.
Tunceli'deki "eşkıyalığı" bitirmek için belirli bir program çerçevesinde çalışıldığını belirten Atatürk, "Cumhuriyetin feyzinden yurdun diğer evlatları gibi oradakiler de tamamıyle istifade edeceklerdir." diyerek, Cumhuriyetin Dersim halkına sahip çıkacağını ifade etmiştir.

Dersim Islahat Hareketi

İsmet İnönü, 1935 yılında Doğu gezisini tamamlayıp dönünce, hazırladığı rapor doğrultusunda çalışmalar başlatılmıştır. Dönemin iki önemli genaerali Kazım Orbay ve Abdullah Alpdoğan, Dersim'i baştan başa gezerek, "Dersim'in medeniyete açılması için" gereken önlemler konusunda raporlar hazırlamışlardır. İki komutan, I. Umumi Müfettiş'le görüşmüş, halkı dinlemiş kasabaları, köyleri, yolları, aşiretleri, incelemiş ve görüşlerini Başbakan İsmet İnönü'ye sunmuşlardır. Doğu raporları doğrultusunda Hükümet Dersim'de öncelikle yol, köprü ve kışlaları yaptırmıştır.

25 Aralık 1935 tarihinde 2884 sayılı "Tunceli İlinin İdaresi Hakkında Kanun" adıyla özel bir kanun çıkarılmıştır. Bu kanun doğrultusuna Tunceli iline, Genel Müfettişlik yetkileriyle donatılan "korgeneral" rütbesinde bir vali atanmıştır. Başbakan İsmet İnönü, Meclis'te "Tunceli Yasası"nın gerekçesini: "Kendilerini birtakım ağaların ve mütegallibenin nüfuz tesirlerinden korumaya muktedir olamayan cahil ve zavallı halkı hükümet cihazlarıyla korumak" diye açıklamıştır.
1936 yılında 4. Genel Müfettişlik ve Tunceli Vali Komutanlığı'na getirilen Abdullah Alpdoğan Paşa, göreve gelir gelmez bölgede bir dizi önlem almıştır. O önlemler şunlardır:
1- Dersim, Elazığ ve Bingöl'de sıkıyönetim ilan etmiş,
2- Yolların ve köprülerin yapımına hız vermiş,
3- Kahmut, Sin, Karaoğlan, Amutka, Danzik, Haydaran gibi bucak merkezlerinde birer karakol yamış, binaların inşaatına başlamış,
4- Kulan'da yeni bir ilçe oluşturmuş,
5- Askere gidilmesini ve vergi verilmesini istemiş,
6- Başkalarının malına göz koyulmamasını istemiş,
7- Bütün aşiret liderlerini Elazığ'da toplayarak görüşmeler yapmış; silahların, kanun ve asker kaçaklarının teslimini ve Devrim Knaunları'na uyulmasını istemiş,
8- Bu istekleri sonuçsuz kalınca da bölgeye yeni askeri birlikler kaydırmıştır.
O günlerde 11 yaşında olan Mehmet Kangutan, Abdullah Alpdoğan Paşa'nın Dersim'de yaptıklarını şöyle gözlemlemiştir:
"Abdullah (Alpdoğan) Paşa buraya geldiği zaman adli ve idari tüm yetkilere sahipti. İstese adam öldürebilirdi... Bütün aşiret reislerine emir çıkardı. Dedem Karabali aşiretinin reisi olduğu için ona da emir çıkardı: Herkes aşiretin silahlarını göndersin, fes yasak... Dedem belki yüz-yüz elli tüfeği katırlara odun yükler gibi yükledi, gönderdi. Herkes şapka giydi. Tüccarlarda şapka kalmadı. Ve adam yol yapmaya başladı. Atatürk'ün hastalığı zamanındaymış... Abdullah Paşa üç şey istiyordu: Askere gideceksiniz, verginizi vereceksiniz, birbirinizin malına göz koymayacaksınız... Abdullah Paşa'nın bu icraatına rağmen tek tük hadiseler oluyordu. Tabii bunlar büyük bir katliamı icap ettirmiyordu."
İktisat Vekili Celal Bayar, Dersim'e gittiğinde Vali Abdullah Alpdoğan'la da görüşmüş ve bu görüşme sonundaki izlenimlerini raporuna, "General Abdullah Alpdoğan" başlığıyla şöyle aktarmıştır:
"Geçen haftaki Doğu seyahatimde Dersim meselesi en kötü devrelerden birini yaşıyordu. Bu defaki seyahatimde Dördüncü Umumi Müfettiş, General Abdullah Alpdoğan'ın izahatını dinledim. Onun, kan dökülmeden bu meseleinin halli ve Dersim halkının diğer vatandaşlardan farklı olmayarak birer vatandaş haline gelebilecekleri hakkındaki ümidi başlı başına bir hadisedir. Mıntıkasındaki işlerle ciddiyetle uğraşan ve esaslı malumata sahip bulunan Alpdoğan, buna muvaffak olduğu takdirde, yalnız bundan dolayı vazifesini iyi yapmış sayılır ve takdir olunur".
Celal Bayar'ın bu açıklamalarından, Dersim aşiretlerinin "isyan ateşini" iyice alevlendirmeye başladıkları bir dönmemde bile Abdullah Alpdoğan Paşa'nın, Dersim'e silahlı bir müdahale yapmadan bu "sorunu" halletmeye çalıştığı anlaşılmaktadır .

"Dersim Harekatında 50 Bin İle 100 Bin İnsan Öldürülmüştür" Yalanı

Cumhuriyet tarihi yalancılarının en sık söyledikleri Dersim yalanlarından biri de "Dersim harekâtı sırasında, Türk ordularının 50 bin ile 100 bin arasında insanı öldürdüğü" biçimindedir. Bu yalancılara soracak olursanız "Türkiye Cumhuriyeti Dersim'de bir katliam yapmıştır. Kalanları da değişik yerlere sürmüştür!"
Necip Fazıl Kısakürek, "Dersim'de 50 bin sivil katledildi" demiştir.
İsmail Beşikçi, "1937-1938'deyse 50 binin üzerinde Alevi Kürtün öldürüldüğü görülmektedir" demiştir.
Serafettin Halis, "Dersim'de 70 binle 90 bin arasında insanın kanına ve canına mal olan bir katliam yaşanmıştı." demiştir.
Ayşe Hür, "Tahminlere göre 110 bin nüfusu olan Dersim'in 72 bin kişisi ülkenin değişik yerlerine sürüldü" demiştir.
Recep Tayyip Erdoğan, "Vergi vermediler diye Dersim'in köylerini kim bombaladı? Zamanının, o zaman ki Cumhurbaşkanının emriyle... Kimdi? İsmet İnönü, CHP'nin başındaydı. Yani CHP bombaladı. 20 bin, 30 bin, 40 bin, 50 bin kişinin yargısız infaz edildiği söylenir. insaf ya!. işte sizin cemaziyelevveliniz bu..." demiştir.
Görüldüğü gibi Dersim harekâtında ölenlerin sayısı, 40-50 binden başlayarak 100 bine kadar çıkmaktadır. İleri sürülen rakamların birbirinden çok farklı olması, bu tezin hiçbir bilimsel temeli olmadığının en açık kanıtıdır. Belli ki, Cumhuriyet tarihi yalancıları, Dersim harekâtına bir "katliam görünümü" verebilmek için "açık arttırma misali" ölü sayılarını olabildiğince arttırmışlardır. Herkes aklından geçeni salladığı için de ortaya birbirini tutmayan çok farklı rakamlar çıkmıştır.
Dersim harekâtı sırasında ölenlerin gerçek sayısını vermeden önce, konunun çok daha iyi anlaşılması için basit bir karşılaştırma yapmak istiyorum:
Türk milletinin iki ölüm kalım savaşında (1915 Çanakkale Savaşı ve 1919-1922 Kurtuluş Savaşı) ölenlerin toplam sayısı 120 bin kişi civarındadır. 75 bin 800 civarında insan Çanakkale Savaşı'nda, yaklaşık 40 bin insan da Kurtuluş Savaşı'nda ölmüştür (şehit olmuştur).
Şimdi gelin belgelere bakalım: 3. Ordu Müfettişliği'nin yaptığı açıklamada Dersim harekâtı sonrasında tarama bölgesinden ölü ve diri olarak 7.954 kişi çıkarılmıştır. Bu 7.954 kişinin 5 bin ile 7 bin kadarı batı bölgelerine sürülmüştür. Bu rakamlara göre Dersim operasyonları sırasında ölenlerin sayısı en fazla 2500 kadardır. Ayrıca bu rakama, bölgeyi terk ederek Erzincan, Elazığ ve Sivas taraflarına kaçanlar da dahildir.
1935 genel nüfus sayımına göre Tunceli (Dersim) nüfusu 101.099 kişidir.
1940 genel nüfus sayımına göre Tunceli (Dersim) nüfusu 94.636 kişidir.
Bu rakamlardan çıkan sonuç şudur:
1935 ile 1940 nüfus sayımları arasında Tunceli (Dersim)'de azalan toplam nüfus 6.463 kişidir. Bunun 5000 ile 7000'i de Batıya sürüldüğüne göre geriye en fazla 1500 kişi civarında bir kayıp nüfus kalmaktadır.
İşte bu noktada nüfusa kayıt olmayan, sayılamayan bu nüfus konusunda polemikler yapılmaktadır: Dersim harekâtı sonrasında yapılan 1940 nüfus sayımında Tunceli nüfusunun bilerek fazla gösterildiği iddia edilmektedir. Ancak bu iddiaların hiçbir bilimsel temeli yoktur.
"Dersim'de 50 bin ile 90 arasında insan öldürülmüştür!" diye tutturanlar, bu nüfus sayımı sonuçlarını görünce tezlerinin çürüdüğünü anladıklarından hemen bir komplo teorisine başvurarak, "o nüfus sayımı sonuçlarına güvenilmez!" demektedirler. Örneğin, Dersim'de onbinlerce insanın öldürüldüğünü iddia eden Veli Saltık, "Harekâttan hemen sonra yapılan 1940 nüfüs sayımında Tunceli nüfusu kasıtlı olarak fazla gösterilmiştir!" diyerek iddiasını savunma yoluna gitmiştir.
Hasan Saltık ise 4. Umum Müfettişlik Raporu'na göre Dersim harekâtı sırasında 13.160 sivilin öldüğünü, 11.818 kişinin de sürgün edildiğini belirtmiştir. Ancak, Hasan Saltık'ın 19 Kasım 2009'da Sabah gazetesine verdiği demeçte dile getirdiği bu raporu, Doğu Perinçek'in dediği gibi, "biz görmüş değiliz!".
Son olarak 23 Kasım 2011'de Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın açıkladığı 8 Ağustos 1939 tarihli, Jandarma Komutanlığı'ndan Başvekalet Yüksek Makamı'na gönderilen bir raporda 1936, 1937, 1938 ve 1939 Dersim harekâtları sonrasındaki toplam ölü sayısı 13.806 kişi olarak görülmektedir.
Ancak Hasan Saltık'ın ve Başbakan Erdoğan'ın açıkladıkları belgelerdeki rakamlar, hem 3. Ordu Müfettişliği'nin verdiği rakamlara, hem diğer belgelere, hem de 1935-1940 nüfus sayımları sonrasındaki kayıp nüfus oranlarına uymamaktadır.
Çok daha önemlisi Başbakan'ın açıkladığı bu belgenin Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi'nde içinde bulunduğu klasördeki diğer belgelerle tarihinin tutmaması bu belgeyi oldukça şüpheli hale getirmektedir. Diğer belgeler 1938 yılının belgeleriyken söz konusu belgenin 1939 yılına ait olduğu görülmektedir. Serap Yeşil Tuna, "Devletin Dersim Arşivi" adlı çalışmasının sunuşunda bu belgenin "şüpheliliği" konusunda çok ciddi bir tahlil yapmıştır. Bu tahlile göre her şeyden önce söz konusu belgenin tarihi, birlikte arşivlendiği belgelere uymamakta ve durum devletin arşivcilik yöntemleriyle çelişmektedir. Dahası arşivde bulunan her belgenin yüzde yüz doğru bilgi vermeyebileceği, bir belgedeki bilgilerin en azından birkaç belge tarafından doğrulanmadan tarihçi için hiçbir anlam ifade etmeyeceği ve çok daha önemlisi bazı belgelerin birilerince "amaçlı" olarak hazırlanmış olabileceği, yani sahte olabileceği de göz ardı edilmemelidir.

Dersim Duygu Sömürüsü

Abartılı ve temelsiz iddiaları bir kenara bırakıp konuya belgeler ışığında soğuk kanlı bir şekilde yaklaştığımızda Dersim harekâtı sırasında gerçekten de insanların öldüğünü görmekteyiz. İnsan hayatı kutsaldır ve bırakın 2 bin, 3 bin, 5 bin, 10 bin kişiyi, tek bir kişinin ölmesi bile çok acı bir olaydır. Ancak maalesef, tarih boyunca savaşlar ve isyanlar sırasında dünyanın her yerinde insanlar ölmüştür, ölmektedir ve ölecektir.
Evet! 1937-1938 Dersim harekâtı sırasında insanlar ölmüştür; ölenlerin çoğu isyancı olsa da ölenler arasında "siviller", "suçsuz insanlar" da vardır.
Harekât sırasında direnen ve silaha sarılan köylerin yakıldığı askeri raporlarda açıkça belirtilmiştir ve bu raporlar Genelkurmay tarafından yayınlanmıştır.
Evet, özellikle 1938'deki II. Dersim harekatı sırasında "bazı suçsuz insanların" öldüğü doğrudur, ancak bu ölümlerin "katliam" ve "kıyım" boyutunda çok fazla miktarda olduğu ve ölümlerin bir kısmının "zehirli gaz" kullanımından kaynaklandığı iddiası yalandır. Çünkü hem Türkiye'nin o tarihlerde zehirli gaz üretimi yoktur, hem de yabancı ülkelerden henüz zehirli gaz alınmamaktadır.
Harekât sırasında Tunceli'ye iki yıl içinde toplam 480 km yol yapılmıştır. Bu yollar sayesinde Dersim Türkiye'ye bağlanarak ticarete açılmıştır. Neşit Hakkı'nın değimiyle, "azametli binalar", hükümet konakları, köprüler, kışlalar inşa edilmiştir, köylüye toprak dağıtılmıştır. Bu yatırımlarla köylü, aşiret hayatından uzaklaşıp "vatandaş" olmaya başlamıştır. O günlerde Elazığ'da yatılı bölge okulu olarak hizmete giren Kız Enstitüsü'nde Elazığ, Tuceli ve Bingöl köylerinden getirilen kız öğrenciler yetiştirilmiştir.
• Dersim harekâtı ve harekât sırasındaki ölümler değerlendirilirken, Dersim'de çok geniş çaplı bir isyan olduğu gerçeği asla unutulmamalıdır.
• Genç Türkiye Cumhuriyeti'nin, içerde Dersim İsyanı'mn patlak verdiği günlerde, dışarıda da Hatay ve Boğazlar sorunuyla uğraştığı asla unutulmamalıdır.
• Dersim harekâtı sırasında yaşanan ölümlerin en büyük sorumlusunun, Dersim halkını kandırarak genç Türkiye Cumhuriyeti'ne karşı kışkırtan Seyit Rıza ve Alişer gibi aşiret reisleri olduğu asla unutulmamalıdır.
• Dersim İsyanı başladığında Cumhuriyet hükümetinin derhal silaha sarılıp isyancıların üzerine saldırmak yerine, önce ekonomik, kültürel, siyasi çözümlere başvurduğu ve bölgenin önde gelen aşiret reisleriyle görüşmeler yaparak onları ikna etmeye çalıştığı, asla unutulmamalıdır.
• Harekât öncesinde bölge halkına "uyarı bildirileri" atılarak, isyancıların yanında yer almamalarının istendiği asla unutulmamalıdır.
• Bütün bunlara karşın Dersim aşiretlerinin ele başlarının; kanla, ateşle, göz yaşıyla, yokluk ve yoksulluk içinde olağanüstü bir mücadeleyle kurulan Türkiye Cumhuriyeti'ne karşı silaha sarılmaları üzerine hükümetin Dersim'e askeri harekât düzenlediği asla unutulmamalıdır.
Özetle, 1937-1938'de Dersim'de Cumhuriyete meydan okuyan silahlı bir güç vardır.
Resmi kayıtlara göre, 4 Ekim 1937 tarihine kadar Tunceli'den 4076 tüfek, Erzincan'dan 786 tüfek ve Bingöl'den 126 tüfek olmak üzere toplam 4991 tüfek toplanmıştır. Silah arama çalışmaları bundan sonra da devam ettirildiğine göre bütün harekât boyunca toplanan tüfek sayısı 5 binin üzerindedir. Nitekim, Millet Meclisi'nin 7 Temmuz 1939 tarihli toplantısında Dahiliye Vekili Faik Öztrak, "Dersim mıntıkasından şimdiye kadar toplanan silahların adedi 14.593'tür. Bu silahların hepsi son sistemdir" demiştir.
Ayrıca ölümler de tek taraflı değildir. İsyancıların, karakolları, kışlaları basıp, Türk askerlerini öldürdüğünü daha önce anlatmıştık.
İngiltere Dışişleri Bakanlığı gizli belgeleri arasında bulunan 22 Mayıs 1937 tarihli bir belgede, "Sayılarrnrn 1500'ün üstünde olduğu söylenen Kürt asilerinin Türk kuvvetlerine ciddi kayıplar verdirmeye devam ettiği ve ellerine düşen subayların vücutlarını vahşice parçaladıkları" söylenmektedir. Dahası, Ağrı İsyanı önderi Huske Telli, kendi ailesini kendi elleriyle kurşuna dizmiştir. Garo Sasuni, "Hayrenik dergisi"nin Kasım 1929 sayısında yayımladığı, 1969'da Beyrut'ta, 1986'da Stokholm' de Türkçe olarak basılan "Kürt Ulusal Hareketleri" kitabında bu gerçek çok açık bir şekilde ifade edilmiştir.
Özakıncı'nın belirttiği gibi, Ağrı İsyanı bastırıldıktan sonra, Türk ordusu, Ağrı tepelerinde öldürülmüş kadın ve çocuk cesetleriyle karşılaşmış, fakat isyancılar, bütün dünyaya "Türk ordusu kadınlarımızı çocuklarımızı öldürdü!" propagandası yapmışlardır.
19. yüzyıldan bugüne; Şeyh Hasanlı aşiretlerinin Osmanlı madencilerini kadın çoluk çocuk demeden katletmesinden, Huske Telli'nin Ağrı İsyan'nda kendi ailesini yok etmesine ve PKK elebaşı "bebek katili" Abdullah Öcalan'ın 1983 sonrasında 30.000 Mehmetçiği şehit etmesine kadar, tarihte birçok "aşiret kıyımı", birçok "Kürtçü vahşet" örneği vardır.

"Türkiye Cumhuriyeti Dersim'de katliam yaptı!" yalanının temel kaynağı, Kürt Teali Cemiyeti üyesi, Koçgiri ve Dersim İsyanı'nın elebaşlarından Baytar Nuri Dersimi'dir. Baytar Nuri "Kürdistan Tarihinde Dersim" adlı anılarında, "Cumhuriyet ve Türk düşmanlığının" ve "ateşli Kürtçülüğünün" etkisiyle olsa gerek, olayları iyice abartarak, adeta biri bin yaparak anlatmıştır.
Şu satırlar ona aittir: "Türkler Tujik dağı eteklerini tamamen işgal etmiş ve buralarda ellerine geçen Kürt halkını merhametsizce öldürmüşlerdi. Tujik dağı eteklerinden Iksor vadisindeki büyük mağaralara sığınmış olan binlerce çocuk, kadın ve kızlar, bu mağaraların menfezleri -Genelkurmay'ın emir ve murakabesi altında- çimento ile kapattırılmak suretiyle mahvedil-mişlerdi. (...)" İşte Dersim isyancısı Baytar Nuri'nin ruh hali!
Şu satırlar da ona aittir:
"intikam! intikam! intikam! Intikam!Intikam!.. Kürt namusuna sürülen lekeyi temizlemek için.Intikam!.. Süngülenen yüz binlerce Kürt evladının feryadını dindirmek için. intikam!.. Girdaplara atılan, ateşlerde yakılan gelin ve kızlarımızın Kürdistan afakında uğuldayan iniltilerini teskin için. Intikam!..
Darağaçlarının altında ölümü kahramanca selamlayan, 'Yaşasın hür ve müstakil Kürdistan diye haykırarak şahadet tacını giyen binlerce vatan kurbanlarının gayelerini tahakkuk ettirmek için. Intikam!.."
Kendinden geçmiş, cezbeye tutulmuş bir meczup misali "intikam!... intikam!.." diye bağırarak Türklere "kin" ve "nefret" kusan Baytar Nuri, aktivist bir Kürtçü olarak kaleme aldığı "Kürdistan Tarihinde Dersim" adlı kitabında hayal gücünü de kullanarak gerçekleri alt üst etmiştir.
İşte onun alt üst ettiği gerçekler, bizim Cumhuriyet tarihi yalancılarına kaynak olmuştur...

“Dersim'de Aşırı Güc Kullanımından Atatürk Sorumludur” Yalanı

Cumhuriyet tarihi yalancıları Dersim harekâtı söz konusu olunca sözü döndürüp dolaştırıp Atatürk'e getirir ve Dersim harekatındaki “aşırı güç kullanımından” Atatürk'ün sorumlu olduğunu iddia ederler. Onlara göre Atatürk bir “Kürt düşmanıdır” ve bu harekat sırasında Dersim'de Kürtlerin katledilmesini istemiştir! Cumhuriyet tarihi yalancılarının bu iddiasını çürütmek isteyenler ise “Atatürk' ün o sırada hasta olduğunu, dolayısıyla Dersim harekatından sorumlu olmadığını, harekatın sorumluluğunun İsmet İnönü, Fevzi Çakmak ve Celal Bayar'a ait olduğunu iddia ederler.”
Dersim- Atatürk ilişkisine geçmeden önce, Atatürk'ün bir “Kürt düşmanı” olmadığını çok iyi bilmek gerekir.
“Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir” diyen Atatürk, Türkiye'deki bütün etnik unsurları “Türk milleti” tanımı içinde gören, hiçbir etnik unsura karşı en ufak bir “düşmanlık” beslemeyen bir anlayışa sahiptir.
Bu gerçeklerden sonra, şimdi Atatürk'ün Dersim harekâtındaki rolüne geçebiliriz.
Öncelikle, “bağımsız” ve “çağdaş” bir “ulus devlet” kurmak isteyen Atatürk, bu isteğini tam anlamıyla gerçekleştirebilmek için öncelikle, Doğu'daki kemikleşmiş “feodal yapıyı” kırması gerektiğine inanmıştır. Ancak emperyalizmin kıskacındaki feodaller, bölge halkını kışkırtarak Türkiye Cumhuriyeti'ne karşı ayaklandırmıştır. Atatürk de bin bir güçlükle kurulan Türkiye Cumhuriyeti'ni korumak için bu ayaklanmaları bastırmıştır.

Buradan tekrar konumuza dönecek olursak: Öncelikle “Hangi Dersim harekâtı?” diye sormak gerekir; çünkü birincisi 1937'de, ikincisi de 1938'de olmak üzere iki Dersim harekâtı vardır.
Konuya soğuk kanlı olarak baktığımızda Atatürk'ün her iki Dersim harekâtından da sorumlu olduğu, ancak harekat sırasında “aşırı güç kullanımından” hiçbir şekilde sorumlu olmadığı anlaşılmaktadır.
I. Dersim harekâtından önce Atatürk, Seyit Rıza'yı “ikna etmek” için Cemal Bardakçı, İzzettin Paşa ve Abdullah Alpdoğan Paşa'yı görevlendirmiştir. Onlar aracılığıyla Seyit Rıza'ya ulaşarak, ondan, “Dersim'de kışkırtıcılık yapmamasını” istemiştir.
Ancak, Seyit Rıza Cumhuriyet'e meydan okumaya devam etmiştir. Atatürk, 1935 yılında Meclisi açış konuşmasında Dersim'de yapılacak “ıslahat programını” açıklarken, “...Milletimizin layık olduğu yüksek medeniyet ve refah seviyesine varmasını alıkoyabilecek hiçbir engel düşünmeye yer bırakılmadığını ve bırakılmayacağını huzurunuzda söylemekle bahtiyarım. Tunceli'deki icraatımız neticeleri, bu hakikatin yakın ifadesidir.” demiş ve “İleri hükümetçiliğin şiarı, halkı kudretine olduğu kadar şefkatine de samimiyetle inandırabilmesidir. Büyük, küçük bütün Cumhuriyet memurlarında bu zihniyetin en geniş ölçüde inkişafına önem vermek çok yerinde olur.” diyerek de asker ve memurlardan halka “şefkat göstermesini” istemiştir. Atatürk sözlerini “Cumhuriyetin feyzinden yurdun diğer evlatları gibi oradakiler de tamamıyla istifade edeceklerdir.” diye bitirmiştir.
Görüldüğü gibi Atatürk, Dersim harekâtını tasarlarken hiç kimseye “Gidin Dersimlileri katledin!” dememiştir; tam tersine “İleri hükümetçiliğin şiarı, halkı kudretine olduğu kadar şefkatine de samimiyetle inandırabilmesidir. Büyük, küçük bütün Cumhuriyet memurlarında bu zihniyetin en geniş ölçüde inkişafına önem vermek çok yerinde olur.” diyerek, hükümeti isyanı bastırırken “şefkatli olunması” konusunda uyarmıştır.
İsyanın büyümesi üzerine 4 Mayıs 1937'de Ankara'da yapılan hükümet toplantısına Cumhurbaşkanı Atatürk de katılmıştır.
4 Mayıs 1937'de, Türkiye Cumhuriyeti Genelkurmay Başkanlığı, Atatürk'ün başkanlığında yaptığı toplantıda alınan kararları içeren “uyarı” bildirileri hazırlamış ve bu bildiriler “uçaklarla” bölgeye atılmıştır.
Atatürk, manevi kızlarından Sabiha Gökçen'in bu harekata katılmasını istemiştir. Dünyadaki ilk kadın savaş pilotu olan Sabiha Gökçen, anılarında, Atatürk'ün isteğiyle Dersim harekâtına katıldığını ve Atatürk'ün kendisine bir de tabanca verdiğini belirtmiştir.
Özetle, 1937'deki I. Dersim harekâtı Atatürk'ün bilgisi dahilinde yapılmıştır.
Atatürk'ün sorumlu olduğu I. Dersim harekatı sonrasında yargılanan 72 kişiden 27'sinin idamı istenmiş, ancak sadece 7'si idam edilmiştir.
1937 tarihli İngiliz Büyükelçiliği raporuna göre I. Dersim harekâtı sonrasında İsyancılardan 265'i öldürülmüş, 20'si yaralı ele geçirilmiş, 27'si yakalanmış, 849'u da teslim olmuştur. Bu sırada 1 subay 28 asker şehit olmuş, 3 subay 46 asker de yaralanmıştır. Genelkurmay kaynağı “Türkiye Cumhuriyeti'nde Ayaklanmalar” adlı kitapta belgelere dayanılarak verilen arakamlar da bu rakamlara çok yakındır.
Görüldüğü gibi Atatürk'ün doğrudan sorumlu olduğu I. Dersim harekâtında 50 bin ile 100 bin arasında değil, sadece 265 isyancı öldürülmüştür.
1937'deki I. Dersim harekâtı sonrasında yakalanan Seyit Rıza, Elazığ'da yargılandıktan sonra 6 isyancıyla birlikte idam edilmiştir. Ancak Seyit Rıza idam edilirken başına zorla bir fötr şapka giydirilmiş ve idamdan sonra bu haliyle bir de fotoğrafı çekilmiştir. Bütün bunlar, Atatürk'ten habersiz, bazı işgüzarlar tarafından yapılmıştır.
Atatürk'ün Dersim harekâtındaki rolünü doğru bir şekilde ortaya koyabilmek için özellikle 1937'deki I. Dersim harekâtına bakmak gereklidir; çünkü 1938'deki II. Dersim harekatında Atatürk hastadır; harekâttan haberdardır, ama harekâtı çok yakından takip etmesi olanaksızdır.
1937'deki I. Dersim harekatında elebaşlarından Seyit Rıza ve onun etkileyerek ayaklandırdığı 6 aşiret reisi yakalanarak asılmıştır, ama isyancı tüm aşiretler etkisizleştirilememiştir. Bu nedenle çok kısa bir süre sonra, 1938'de II. Dersim İsyanı çıkmıştır. İşte tam da bu noktada “Atatürk, 40 bin ile 100 bin arasında Dersimliyi katletti!” diyen Cumhuriyet tarihi yalancılarının maskesi düşmüştür.
Çünkü, eğer bu iddia gerçekten doğru olsaydı, I. Dersim harekâtından çok kısa bir süre sonra II. Dersim İsyanı çıkmazdı!
1937'deki I. Dersim harekâtından kısa bir sonra, Dersim'de yeni bir isyanın patlak vermesi ve 1938'de II. Dersim harekâtının düzenlenmesi, I. Dersim harekatı sonunda çok büyük kayıplar yaşanmadığını ve dolayısıyla “aşırı güç kullanılmadığını” kanıtlamaktadır.
I. Dersim harekâtına göre, II. Dersim harekâtı çok daha şiddetli olmuştur. Bu harekât sırasında yer yer “aşırı güç kullanıldığı” da doğrudur.
II. Dersim harekâtı 1938 yazında gerçekleştirilmiştir. Elimizdeki belge, bilgi ve nüfus istatistiklerine göre II. Dersim harekâtı sırasında da 1500 ile 2500 civarında isyancı öldürülmüştür.
II. Dersim harekatı sırasında, 14 Ağustos 1938 tarihinde 4. Genel Müfettişlik tarafından isyan bölgesindeki aşiretlere yönelik “uyarı bildirisi” yayınlandığı tarihte Atatürk'ün hastalığı ortaya çıkmış ve tedavi süreci başlamıştır.
Hastalığı süratle ilerleyen Atatürk, 10 Kasım 1938'de vefat etmiştir. Rıza Zelyut'un dediği gibi: “Bu süreçte artık Kemal Atatürk'ün hastalığı iyice ağırlaşmıştı ve süreci kontrol edebilecek durumda değildi. Böylece onun Alevilere karşı olan koruma kalkanı da ortadan kalkmış durumdaydı.”
“Yurtta barış dünyada barış” diyen, “Zorunlu olmadıkça savaş bir cinayettir” diyen, bir çınar ağacına bile kıyamayarak köşkünü birkaç metre kaydıran Atatürk'ü insan hayatına kasteden “katliamcı bir ırkçı” olarak göstermek son derece yanlış, “ahlâksız” ve “aşağılık” bir tavırdır.
Dersim yalancılarının Dersim harekâtından en çok sorumlu tuttukları bir diğer isim de İsmet İnönü'dür. Evet! 1937'deki I. Dersim harekâtından Atatürk cumhurbaşkanı, İsmet İnönü de başbakan olarak doğrudan sorumludur. Ancak 1938'deki II. Dersim harekâtından, daha doğrusu harekâtın oluşum biçiminden ne Atatürk ne de İnönü “doğrudan” sorumlu değildir. Çünkü, daha önce ifade ettiğimiz gibi o sırada Atatürk hastadır. İnönü ise Atatürk tarafından başbakanlıktan alınmıştır. 25 Ekim 1937'de Celal Bayar Hükümeti kurulmuştur, yani II. Dersim harekâtı sırasında başbakan İsmet İnönü değil Celal Bayar'dır. Bilindiği gibi aynı Celal Bayar bir süre sonra CHP'den ayrılıp DP'yi kuran ekipte yer almıştır.
Bu konuyu, yıllar önce Ahmet Taner Kışlalı'nın sorduğu şu soruyla bitirelim:
“Dersim ayaklanması nedeni ile Atatürk'ü ve Kemâlizmi suçlamaya çalışanların öncelikle şu soruyu yanıtlamaları gerekir: 'Suçlamalar doğru ise, Tunceli yani Dersim, niçin yıllar boyu Atatürk'ün partisine oy vermistir? Türkiye'de Kemalist partiye, ya da başka bir partiye verilen oyların yüzde 70'leri aştığı başka bir il var mıdır?' İşte Dersim gerçeği!... Gerisi, 'laf-ı güzaf'!”
Dersim harekatı sonrasında Tunceli'nin Doğu'nun parlayan yıldızı olduğu bir gerçektir. 1940'lardan itibaren hızla değişen Tunceli, kısa zaman içinde Türkiye'nin en aydınlık insanlarının yaşadığı, okuma yazma oranı en yüksek ili haline gelmiş, aydın Tunceli halkı “din” veya “faşizm” propagandası yapan sağ partilere değil, sosyal demokrat partilere oy vermiştir. Dersim'deki ölümlerin baş sorumlusu genç cumhuriyet ve Atatürk değil, Kürtleri kışkırtan Seyit Rıza ve diğer aşiret reisleridir. Bu gerçeği en iyi gören yine Dersim halkı olmuştur.
Dersim harekâtı dünyanın gözleri önünde gerçekleşmiştir
Yine Özakıncı'nın yerinde tespitiyle, Haziran 1938'de başlatılan II. Dersim harekatı, Ağustos 1938'de yabancı ülkelerin Türkiye'deki bütün yabancı ülke askeri ataşelerinin çağırıldığı ve gelip izledikleri “Üçüncü Ordu Tunceli Askeri Manevraları”yla birleştirilmiş ve tüm dünyanın gözleri önünde gerçekleştirilmiştir. Askerlerin Dersim dağlarında mağaralarında isyancı arama tarama çalışmaları, yabancı ülkelerin askeri ataşeleriyle gazete muhabirleri, tarafından notlar alınarak, fotoğraflar çekilerek izlenmiş, harekâtın sonuçlandırıldığı 16 Eylül 1938'e dek Dersim'in bütün dağları, dereleri, tepeleri, mağaraları, yabancı devlet görevlilerinin gözleri önünde adım adım taranmış, çatışmalar da yabancıların gözleri önünde olup bitmiştir.
İngiliz askeri ateşe Yarbay A. Ross, 5 Eylül 1938 günü İngiltere'ye gönderdiği 119 nolu kapalı raporunda, harekatın sona ermesinden on bir gün önceki durumu şöyle anlatmıştır:
“Türkler şimdi de 3 milyon liralık bir yapım programına giriştiler. Biri Tunceli'nin batısından diğeri doğusundan geçip Erzincan'ı Elazığ'a bağlayan ve çeşitli noktalardan birbirine bağlanarak bölgesel bir ulaşım ağı oluşturan iki yolun yapımı sürmektedir. Şu ana dek toplam uzunlukları 684 metre tutan dokuz köprüyle birlikte, 420 km yol yapılmış ve Telefon hatlarına 5.000 km. eklenmiştir. Mareşal Fevzi Çakmak bana, Mansur (veya Murat) nehrinin kaynağında bir barajdan muhtemelen hidroelektrik enerjisi de elde edileceğini söyledi. Genelkurmay Başkan Yardımcısına ve diğer Türk subaylarına göre, son derece güzel bir yer olan Tunceli bölgesinin ilerde 'ikinci bir İsviçre' haline getirilmesi amaçlanmaktadır. Ama bana kalırsa bölgenin erişilmez yapısı ve Türkiye'yi gezen yabancılara çıkartılan güçlükler bu düşün gerçekleşmesini ciddi bir biçimde engelleyecektir.”
Cumhuriyet tarihi yalancılarınca binlerce masum insanın katledildiği söylenen Dersim harekâtı hakkında yabancı basında ve dış ülkelerde bu yönde hiçbir yazıya ve belgeye rastlanmamıştır. Eğer Dersim'de gerçektende bir Kürt katliamı yapılmış olsaydı Atatürk Türkiyesi'ni bir kaşık suda boğmak isteyen emperyalist ülkeler bunu propaganda malzemesi yapmazlar mıydı?

Sinan MEYDAN