Bir tarih yaratıcısı olarak gördüğümüz Atatürk, tarih yazıcılığının çok daha
güç olduğunu görmüş ve bunun için de güvendiği kimseleri çevresinde
toplıyarak Türk tarihçiliğini vakanüvislikten kurtarıp çağdaş tarihçiliğe
yaklaştırma çabaları içinde olmuştur. İşte bunun içindir ki “Tarih yazmak,
tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan yapana sadık kalmazsa değişmiyen
hakikat, insanlığı şaşırtacak bir mahiyet alır” demiştir. Atatürk çağdaş bir
tarihçilik derken tarihin kesinlikle saptırılmasından, tahrif edilmesinden yana
olmamıştır. “Herhangi bir tarihi elinize aldığınız zaman onun gerçeğe uygun
olup olmadığına güven duymak için dayandığı kaynak ve belgeleri araştırılır.
Bizim şimdiye kadar doğru bir millî tarihe malik olamayışımızın sebebi
tarihlerimizin, hakikî okuyucuların belgelere dayanmaktan ziyade ya birtakım
meddahların veya birtakım kendim beğenmişlerin hakikat ve mantıktan uzak
sözlerinden başka kaynak bulamamak bedbahtlığıdır” demiştir. Bir başka
konuşmasındaki sözleri de yine aynı mealdedir. “Sonradan uydurma bir eser
vücuda getirerek ertesi gün pişman olmaktansa, hiçbir eser vücuda getirmemek,
beceriksizliğini itiraf etmek daha iyidir.”
Atatürk, tarihe yahut “tarih ilmi”ne karşı niçin bu kadar duyarlı olmuştur?
Niçin tarih ilminin ülkemizde gelişmesini sağlamak için büyük çaba
harcamıştır? Bu soruların cevapları çok çeşitli olarak gözükmektedir. Bir
defa Atatürk “tarih ilmi”ni devletin ilerlemesi, çağdaşlaşması için manevî bir
destek olarak kullanmıştır. Bir başka deyişle Atatürk, devletin kuruluş
yıllarından sonra Türk halkının benliğini bulabilmesi için en güvenilir vasıtayı
“tarih”te bulmuştur.
Yeni Türk devletinin benliğini bulabilmesi için neler yapılmalıydı? Bir
Türklük şuuru nasıl yaratılabilirdi? Atatürk bu soruların cevaplarını da yine
tarih ilminde aramış olmalıdır ki: “Büyük devletler kuran atalarımız büyük
ve geniş medeniyete de sahip olmuştur. Bunu aramak, tetkik etmek, Türklüğe
ve dünyaya bildirmek bizler için bir borçtur” demiştir. Bunu yaparken de
hiçbir zaman tarihî gerçeklerin tahrif edilmesini istememiş ve bunun için de
1931 yılında Türk Tarih Kurumu Başkanı Tevfik Bıyıklıoğlu’na yazdığı
mektupta şunları söylemiştir: “Tarih yazmak için tutulan yolun mantıkî ve
bilhassa ilmî olması şarttır. Bu münasebetle yüksek heyetinizin reisi bulunan
zât-ı âlinize hatırlatırım ki, yeni dünya ufuklarına açacağınız yeni tarih
semasında dikkatli olunuz. Sümmettedarik bir eser vücuda getirerek
ferdasında nadim olmaktansa hiçbir eser vücuda getirmemek aczini itiraf etmek
evlâdır. İlim sahasında vesveseli olmak, miskin müesseselerin mezunlarına
inanmaktan evlâdır. “
Atatürk’te yeni bir tarih yaklaşımının içeriği şu idi: Türk tarihi, Batıda ve
Türkiye’de uzun zaman sanıldığı gibi sadece Osmanlı Tarihi’nden ibaret
değildir. Ayrıca Osmanlı Devleti de bir “hanedan” devleti veya bir
“aşiretten” doğan devlet de değildir. Yıkılan Selçuklu Devletinin mirası
üzerine kurulan bir devlettir. Bundan dolayı Osmanlılardan önce kurulan
Selçuklular dönemi de, Türk tarihinin son derece önemli ve parlak bir
dönemidir. İş burada da kalmayıp böylece daha eski tarihe Orta Asya’da
başlıyan Türk tarihine gelip dayanmaktadır. Böyle olunca da o zamana
kadar ihmal edilmiş ve sadece birkaç Avrupalı tarihçinin eserlerinden
tercümeler yapılarak bilgi edinilmiş olan bu Türklerin tarihleriyle ilgilenmek
gerekmektedir.
Yeni kurduğu devletinde bir Türklük şuuru yaratılırken Osmanlı Devleti’
nin benimsediği “ümmet” fikri yerine “millet” olmanın çok önemli bir faktör
olduğunu Atatürk biliyordu. Çünkü uygarlık, demokrasi, bilim ve teknoloji
alanlarında büyük atılımlar yapan ve ilk “millet” olma aşamasına erişen
Avrupa topluluklarından Fransa ve İngiltere gibi çağdaşlaşmaya ayak
uydurabilmek için “millet” olma aşamasına gelinmesinin şart olduğunu
görüyordu. Çünkü “millet” olma yolundaki mesafe ile çağdaşlık alanındaki
gelişmelerin büyük bir paralellik gösterdiğini biliyordu.
Bilindiği gibi, Osmanlı Devleti döneminde tarih öğretimi “Osmanlı tarihi”,
“Umumî tarih* ve “İslâm tarihi”nden ibaretti. Bilhassa II. Meşrutiyetten
sonra görülen Türkçülük hareketleri bile “Türk tarihi”nin okullarda okutulan
tarih kitaplarında istenilen seviyeye ulaşmasını sağlıyamamıştır.
Osmanlı Devleti dönemindeki bu tarih öğretimi yanında Osmanlı
toplumunda uzun yıllar tarih ilmi tek görüşün içinde, sadece vesikaların
toplanmasından ve daima aynı soruya istenen cevabı veren olayların
araştırılmasından ibaret kalmıştır ve hâkim olan İslâmî tarih görüşünün
değişmesi mümkün olmamıştır.
19. yüzyıldan itibaren ise, Osmanlı tarih anlayışında ve usulünde yavaş
yavaş bir değişme başlamıştır. Bu değişmede ise Avrupanın mutlak tesirini
görmek mümkündür. Bunun sonucu olarak da, yeni tarih metodlarının bazı
tarihçiler tarafından kullanıldığını görmekteyiz.
20. yüzyıla geldiğimiz zaman ise Balkan Savaşları, I. Dünya Savaşı ve
nihayet Millî Mücadele döneminde yaşayan felâketler ve buhranlar, bir
devletin ortadan kalkmasına yeni bir devletle beraber bir millî şuurun,
milliyetçilik ideolojisinin tam olarak yerleşmesine vesile teşkil etmiştir. İşte
bundan sonradır ki yeni Türk Devletinde tarih ilmi önem kazanmaya
başlamıştır.
Tarih ilminin önem kazanmasından sonra Atatürk, “millet” tarihinden çok
“ümmet” tarihi ile meşgul olan Osmanlı tarihçilerinin yerine kendi
kökenleriyle uğraşacak, Anadolu insanının nereden, nasıl ve hangi medeniyet
dairesinden geldiklerini araştıracak yeni bir görüşe sahip olan tarihçilere
ihtiyaç duyulduğunu belirtmiş ve “Biz milliyet fikirlerini tatbikte çok
gecikmiş ve çok ilgisizlik göstermiş bir milletiz. Bunun zararlarını fazla
faaliyetle gidermeye çalışmalıyız. Osmanlı İmparatorluğu içindeki çeşitli
toplumlar, hep millî inançlarına sarılarak, milliyetçilik idealinin gücüyle
kendilerini kurtardılar… Kuvvetimiz zayıfladığı anda bizi hor ve hakir
gördüler. Anladık ki, kabahatimiz kendimizi unutmuş olduğumuzmuş.
Dünyanın bize saygı göstermesini istiyorsak, ilk önce biz kendi benliğimize ve
milliyetimize bu saygıyı, hissî, fikrî ve fiilî olarak, bütün davranış ve
hareketlerimizle gösterelim” demiştir.
Atatürk yukarıda da görüldüğü gibi, bir taraftan tarihe ilmî bir hüviyet
kazandırmaya gayret ederken, diğer taraftan Türk toplumunun sosyal,
ekonomik, kültürel ve siyasî gerçekleriyle ilgilenmemiş olan Osmanlı tarih
yazıcılığı yerine, tarih ilmini Türk toplumunun meseleleriyle ilgilenmeye sevk
etmiştir. İşte bu husustaki sözleri de şöyledir; “İnsanların tarihten
alabilecekleri mühim dikkat ve uyanıklık dersleri, bence devletlerin umumiyetle
siyasî müesseselerin teşekküllerinde, bu müesseselerin mahiyetlerini değiştirmede
ve bunların çözülme ve sonlanmalarında müessir olmuş olan sebepler ve
âmillerin tetkikinden çıkan neticeler olmalıdır. Meselâ Osmanlı
İmparatorluğunun doğmasını gerektiren sebep ve âmillerin tetkikinden çıkan
netice, mühim olduğu gibi, bu imparatorluğun batmasına sebep ve âmillerinin
tetkikinden çıkacak netice de o kadar mühimdir. Bu tetkiklerde, şüphesiz
siyasî müesseseyi kuran milletlerin her görüş noktasından harsları derecesi
mütalâa olunur: şahısların müsbet ve menfi tesirleri göz önüne alınır. “
Atatürk’ün tarih ilmiyle ispata çalıştığı diğer bir husus da çeşitli sebeplerden
dolayı çeşitli milletlerin Türklere karşı besledikleri husumetleri ve Türkler
hakkındaki yanlış düşüncelerini ortadan kaldırmaktı. Atatürk, tarihimize
objektif bir şekilde bakılmasıyla, Türklerin daha iyi anlaşılacağına
inanıyordu. Bu husustaki düşünceleri de şöyledir: “Milletimizin aleyhinde
söylenenler bütünüyle iftiradır.” “Milletimizin büyük kabiliyetleri tarihen ve
mantıken sabittir.” “Milletimiz… büyük güçlükler içinde bir imparatorluk
vücuda getirdi. Ve bu imparatorluğu altı yüz yıldan beri tam bir ululuk ve
büyüklükle sürdürdü. Bunu başaran bir millet elbette yüksek siyasî ve idari
niteliklere sahiptir. Böyle bir durum yalnız kılıç gücüyle vücuda gelemezdi.
Dünya bilir ki, Osmanlı Devleti, çok geniş olan ülkesinde, bir sınırından
öteki sınırına ordusunu olağanüstü bir süratle ve tamamen donatılmış olarak
naklederdi. Böyle bir hareket yalnız ordu teşkilâtının değil, bütün idare
şubelerinin son derecede mükemmel işlediğinin ve kendilerinin kabiliyetli
olduğunun delilidir. “
“Milletimizin zalim olduğu iddiası da sırf iftiradan, baştan başa yalandan
ibarettir. Hiçbir millet, milletimizden daha çok yabancı unsurların inanç ve
âdetlerine riayet etmemiştir. Hatta denilebilir ki, başka dinlere mensup
olanların dinine ve milliyetine riayetkar olan yegâne millet bizim
milletimizdir. “
Atatürk milletine yeni bir benlik yeni bir ruh vermek, Avrupa’nın Türkler
üzerindeki kötü imajlarını silmek için “tarih ilmi”ne başvurmasının yanı sıra
yaptığı inkılâpların da en iyi şekilde benimsenmesi, inkılâpların yerine
oturtulması için de tarihe önem vermiştir. Çünkü inkılâplar bilindiği gibi
sadece mevcudu değiştirmezler, aynı zamanda geçmişi de, düşünceleri de alt
üst ederler. İnkılâplar, eskiyi yıkarken, onun tarihî temellerini ve mantığını en
azından sarsar, yeniyi ortaya koyarken de, ona tarihî bir temel ve izah tarzı
arar. İşte bundan dolayıdır ki, Atatürk tarih ilminin ışığında yeniden bir
tarih yazdırmak istemiştir. Bunun içindir ki 23 Ocak 1930 tarihinde
toplanan Türk Ocakları VI. Kurultay’ında Türk Ocakları yasasına
“Türk tarih ve medeniyetini ilmî bir surette tetkik ve tetebbu eylemek
vazifesiyle mükellef olmak üzere bir Türk Tarih Heyeti teşkil eder”
maddesini eklemiştir.