İSLAMİYETTEN ÖNCE TÜRKLERDE İNANÇ





Türkler İslam dinini kabul etmeden evvel gayet kompleks bir
dini yapıya sahiptiler. Türklerin tarihin erken bir döneminde en geç
Hun çağında tek tanrılı bir dini yapıya sahip olduğunu belirtirler.
Gök Tanrı inancı.

Türklerde Ruhun Varlığı İnancı

Her insan tolpluluğu gibi Türkler de bilinen en erken dönemlerden itibaren ölüm
hakkında düşünmüşlerdir. Onların ölüm hakkındaki bu tasavvurları ve düşünceleri sadece inanç
dünyasının bir unsuru olarak kalmamış, bu dünya hayatının şekillenmesinde de etkili olmuştur.
Bu durum gerek cenaze gerekse defin işlemleri sırasında uyguladıkları ritüellerden
anlaşılabilmektedir. Türkler ölümü, ruhun bedeni terketmesi olarak tasavvur etmekteydiler. Bu
ruhun özel adı Türk kültür çevresinde Tın: Ruh, can (İbn mühenna, 1988: 73) anlamlarında
kullanılmaktaydı. Nitekim Kaşgarlı’da ölümü tariff ederken “Anıng tını kesildi”= onun soluğu
kesildi, ruhu çıktı” demektedir. (Kaşgarlı Mahmud, 2006, c.I: 339) Türk tasavvurunda “Tın” ın
yanında ikinci bir ruhun varlığı bilinmektedir. Çünkü “Tın” sadece insanlarda değil büyüme
kabiliyeti bulunan bütün canlılarda var olduğuna inanılan bir unsurdu. Bizim anladığımız
manada var olan ve öbür dünyada rolü olan can “Süne” adıyla adlandırılmaktaydı. (Anohin,
S.89: 395)

Ölümün Kabul Edilmesi

Türkler yaşamları gereği ölümle sıkça karşılaşmışlar ve çeşitli ölümler görmüşlerdir. Bu
nedenle ölümü kabul etmiş ve ondan korkmamışlardır. Türkler, İslam olmadan evvel de bu
dünyanın fani ve geçici bir hayat olduğunu tasavvur etmekteydiler. Bu nedenle İslama geçişten
sonra da dünyanın faniliğini beyan ettiler. Göktürk döneminde küçük kardeşi Kül Tigin’in
vefatından sonra Bilge Kağan’ın şu sözleri ölüm hakkındaki bu düşüncelerin en güzel ifadesidir.
“Kendim düşünceye daldım. Zamanı Tanrı yaşar. İnsan oğlu hep ölmek için türemiş.”(Ergin,
2006: 27) Bu anlayış ve düşünce şekli İslamın kabülünden sonra ki ilk dönemde de pek
değişikliğe uğramadan devam etmiştir. Nitekim Kaşgarlı zamanı anlatarak diyor ki: “Doğan
kimse ebedi olarak yaşamadı, dünyanın yıldızı, güneşi, daima doğar, yıpranmaz”. (Kaşgarlı
Mahmud, 2006, c.III: 378-379) Dede Korkut ise; “Anlar dahı bu dünyaya geldi geçti; kervan
gibi kondu göçdü. Anları dahı ecel aldı, yer gizledi. Fani dünya kime kaldı. Gelimli gidimli
dünya, son ucu ölümlü dünya” derken (Gökyay, 1973: 15) Edip Ahmet Yükneki de eserinde; Bu
dünyanın, konup göçmek için bir kervan saray olduğunu belirtir. (Yükneki, 2006: 54)
Ölümün kaçınılmaz bir gerçek olduğunu bilen Türklerin, seçme şansları olduğunda ani
ölümü tercih ettiklerini yada biraz daha da açarsak ani ölümler içinde özel bir durum oluşturan
savaşta ölümü tercih ettiklerini söyleyebiliriz. (Roux, 1999: 70) Çin kaynakları Gök-Türklerin
savaşta ölmeğe değer verdiklerini, hastalığa yakalanıp ölmekten utandıklarını naklederler.
Ayrıca Gök-Türklerin adet ve geleneklerinin Hunlarla aynı olduğunu da belirtmeleri Hun’ların
da ölüme aynı bakış açısıyla baktıklarını gösterir. (Tsaı, 2006: 64) IX. Yüzyılda yaşamış Arap
tarihçi ve yazar Cahiz’a gore de; “Türk, atına yolundan sapmamayı, saptığı zaman hızla
koşmayı öğretmiştir. Türk böyle yaparak, kafasına doğacak zararlı fikirlerden, hayatı sevmek ve
düşmanla karşılaşmak korkusu nedeniyle azmini kırmak gibi bir hataya düşmekten ümidini
kesmek istemiştir”. (Cahiz, 1988: 66)
Ölümü kabul eden Türkler, öldürmekten dolayı da gurur duymamışlardır. Barthold’un
ifadeleriyle “Orhun abidelerinde “Türkler”in kötü günlerinde kanlarının sular gibi aktığından
söz ediliyor. Fakat zafer günlerinde diğer kavimlerin dökülen kanından bahsedilmiyor. Halbuki
bunlar meşhur Asur hükümdarının abidelerinde övünülerek anlatılır.” (Barthold, 2006: 10)

Ruhun Bedenden Çıkması

Ölüm halinde ruhun nereye gittiğine dair ilk yazılı beyanlar Orhun abidelerinde geçen şu
ifadelerdir. “Bunca yazıyı yazan Kül-Yigin’in yeğeni Yollug Tigin yazdım. Değerli oğlunuzdan,
evladınızdan çok daha iyi beslerdiniz. Uçup gittiniz. Gökte hayattaki gibi”…(Ergin, 2006: 31)
Bu ifadelerden herkesin mi yoksa sadece beylerin mi ruhunun kuş gibi uçtuğu tam olarak
anlaşılamaktadır. Nitekim Göktürk ve Uygur yazıtlarında son derece önemli kişiler söz konusu
olduğu durumlarda bu ifadeler geçer (Schmidt, 1966: 76 ; Roux 2001: 268 ) Örneğin Orhun
yazıtlarında devlet ricalinden birinin ölümü tasvir edilirken ölmez ruhu “Şunkar kuşu” yani
şahin kuşu ruhiyle birleştiği ifade edilmektedir. (Caferoğlu, 1970: 172) Ayrıca Gök-Türk ve
Uygur kağan sülalerinin bir tasvirinde, efsanevi bir kuş alın üzerinde temsil edilmiştir. Baş
üstünde tasvir edilen kuş, heraldik veya kozmik bir timsal olabileceği gibi, ruh remzi olarak da
tasvir edilmiştir. Türkler’de daha geç devirde ak sungur, bey ruhu timsali idi. (Esin, 1978: 92-
93)
Sadece önemli kişiler söz konusu olduğunda kullanılmışsa bile zamanla daha geniş bir
alanda anlam kazandığı söylenebilir. Bilindiği gibi, Batı Türklerinde, hatta islamiyeti kabulden
sonra “öldü” yerine “şunkar boldu” yani “şahin oldu” deyimi kullanılıyordu. (Barthold, 2006:
13) Böylece Türkler ölümü nefesin kesilmesi, ruhun bedenden çıkıp gitmesi şeklinde tasavvur
ediyorlar, böylece bazen “öldü” yerine “uçtu” diyorlardı. (Kafesoğlu, 1972: 24) Ayrıca “uçmak”
kelimesini, tarihi anlayışa ve inanca uygun olarak, cennet kavramı yerinde kullanmaya
başlamışlardı. (Turan 1946: 459) Bu yüzden Dede Korkut, dualarında: “Ağ sakallı baban yeri
uçmağ olsun” demektedir. (Gökyay, 1973: 15) Ruhun kuş şeklinde uçtuğu tasavvuru Şamanist
topluluklarda hala mevcuttur. Altay Türk’leri de ölüm halinde ruhun bir kuş şeklinde uçup
gittiğini tasavvur ederler. (Buluç, 1968: 330)

Yaşam ve Ölüm Arasındaki Benzerlik (Kurganlar ve Çadır)

Yaşam ve ölüm arasında pek fark gözetmeyen Türkler, ölümden sonraki hayatında bu
dünya hayatına benzediğini tahayyül etmekteydiler. Bu nedenle ortaya çıkan Kurganlar,
bozkırlardaki göçebe hayat tarzında belli hiyerarşik düzen içerisinde önem taşıyan kişilerin
mezarlarıydı. (Tarhan, 2002: 598) Cenazelerini kurganlara defneden topluluklardan biri de
İskitlerdir. İskitlerde cenaze törenini anlatan Herodotos; “Tören tamamlanınca herkes mezarın
üzerine kürekle toprak atar ve en yüksek tümseği yapmak için birbirleriyle yarış ederler”
demektedir. (Herodotos, 2006: 323) Herodotun “en yüksek tümseği” naklinden yola çıkarsak
tipik bir Kurgan formu aklımıza gelmektedir. Zira kelime anlamı olarak Kurgan’ın farklı
anlamları mevcuttur. Bu kelimenin mezar, gömüt, mezar tümseği olabileceği gibi, sur, şehrin
etrafını çeviren kemer olarak da anlam kazandığı ifade edilmektedir. (Durmuş 2007: 120) Esas
olarak Kurganlar, Bozkır kültürünün ayrılmaz parçası olan çadırlarının ölüler için hazırlanmış
benzerleridir. (Tarhan, 2002: 598) Bu nedenle Türklerde hakan çadırı olan otağ’ın Çin dilindeki
karşılığı da, kurganlara benzer biçimde mevki, yer, toprağın içindeki mağara, tümsek ve tepecik
anlamlarına gelmektedir. (Lattimore, 1941: 524)
Kurgan’ın iki farklı anlamı mevcuttur. Birincisinde, ölmüş olan kişinin korunduğu yerdir.
İkincisinde ise, yaşayanların dış saldırılara karşı korunduğu, şehri koruyan savunma sistemidir.
Her ikisinde de bir koruyuculuk söz konusudur. (Durmuş, 2007: 120) Onun bu koruyuculuğu
çadırın koruyuculuğuna denk düşmektedir. Bu nedenle kurgan ve çadır Türk tasavvurunda aynı
amaca hizmet etmekteydi. Bozkır topluluklarından olan ve Türklükleri konusunda kuvvetli
deliller bulunan İskitlerin mezarları da çadırlarına benzemekteydi. Böylece vücudu çadır
mezarın içinde yeniden doğacaktır düşüncesi mevcuttu. (Minns, 1970: 202) Göktürk dönemine
ait cenaze merasimlerinde tahtadan yapılmış büyük çadırlar ve kubbeli çadır formları
kullanılmıştır. (Esin, 1982: 151) Çadır formu Selçuklu künbetleri ve Osmanlı Türbelerinde de
şeklini muhafaza etmiştir. Kazakistan’da ve Kırgızistan’da bugün mezarların hala çadır formunu
muhafaza ettiği anlaşılmaktadır. (Ünver ve Günay 2003: 109)
Yaşam ve ölüm arasındaki bu bağı nedeniyle çadırlar, cenaze merasimlerinin de
başlangıç noktasıydı. Hunlarda, Göktürklerde, ve Mogollarda saptandığı üzere ölünün canlıyken
içinde oturduğu yerin cenaze çadırı olarak düzenlenmesi veya bunun yerini alan geçici bir
inşaatın yapılması söz konusu olmaktadır. (Roux, 2001: 280) Göktürklerde cenaze merasimleri
kubbeli çadırların etrafında yapılırdı ve onun yakılmasıyla devam ederdi. (Esin 1982: 151) Çin
kaynaklarının belirttiğine göre; Gök-Türk’lerde biri ölünce, cesedi çadıra konuluyordu. Ölen
kimsenin çocukları, çocuklarının çocukları, kadın erkek bütün akrabalarının her biri birer koyun
ve atı kesip kurban olarak çadırın önüne koyuyorlardı. (Tsaı, 2006: 22) Bulgarlar da da bir adam
öldüğü gün erkeler gelip şahsın kubbeli çadırının önüne gelip ağlaşıyorlardı. Ayrıca ölenin
çadırının kapısı üzerine bir bayrak dikilirdi. (İbn Fazlan, 1995: 67)

Ölüyü Tabutla Gömme ve Ölüyü Takip Geleneği

Türk topluluklarında görülen ruhun ölümsüzlüğü ve ikinci bir hayatın var olduğuna dair
inanış, ölen insanları öbür dünyada ihtiyaç duyacağı malzemeler ve hizmetlilerle defnetme
geleneğini doğurmuştur. Herodotos’un naklettiğine gore; İskitler de Kralın cenaze töreninde
mezarın içinde boş kalan yerlere karılarından birisi, elinden içki içtiği kimse, bir aşcı, silahtarı,
uşaklarından birisi, bir haberci ve atları boğulup konulurdu. (gümüş ve bakır kullanmazlar)
(Herodotos, 2006: 323) Hun toplumunda da, ölüyü takip yani yakınların ölü ile birlikte
gömülmesi adetinin mevcudiyetini bilmekteyiz. (Eberhard, 1996: 94) Çin kroniklerine göre Hun
döneminde ölü ile beraber öldürülenler yüz, hatta yüzden fazla olurdu. (İnan, 2006: 177) Bizans
kaynaklarından anlaşıldığına göre, Göktürk Hakan’larının kabri yanında, bazen düşmanların
Türk elinde kalan tutsak başbuğları öldürülmüş. Barthold’a gore bu adetin amacı; diğer şamanist
kavimlerde olduğu gibi, öldürülmüş adamın kıyamet gününde kendisini öldüren veya adına
öldürülmüş olduğu kimseye hizmet edeceğine dair olan inançtı. (Barthold, 2006: 12)
Türk topluluklarında ikinci bir hayatın var olduğuna duyulan inanç ölülerin bir takım
malzemelerle defnedilmesi geleneğini doğrumuştu. İskitler, öbür dünyadaki sosyal düzenin de
bu dünyadakinden farklı olmadığını düşünüyorlardı. Bu yüzden orada bu dünyadaki gibi kral,
savaşçı, ve hizmetkar olarak kalması amacıyla yanına fazla öte beri konuluyordu. (Grakov,
2006: 173) Çin kroniklerine göre “Hunlar ölülerini tabut içine korlardı. Bu tabut iki katlı olup iç
ve dış tabutlardı. Bu tabutları altın ve gümüş işlemeli kumaş ve kürklerle örterlerdi. (İnan, 2006:
177) Ayrıca Hun topluluklarında ölen kişiyle birlikte malının mezara gömülmesi adetinin
mevcut olduğunu Çin kaynakları bize bildirmektedir. ( Eberhard, 1996: 94) Hunlarda özellikle
hanedan üyeleri için yapılan kurganlar genellikle iki odalı olmaktaydı. Odalardan birine ölenin
ahşap sanduka içine cesedi, diğerine de atları ve şahsi eşyaları yerleştirilmekteydi. (Koca, 2003:
174)

Ölüleri Yakma Geleneği

Türk topluluklarında tabutla defnetme ve mumyalama adetinin yanında çok yaygın
olmamakla birlikte, ölülerin yakılması uygulaması da mevcuttu. Çin kaynakları Hun
topluluklarında yalnız ufak izleri görünen ölüyü yakma adetinin olduğunu bildirmektedir.
(Eberhard, 1996: 94) Avrupa Hun’larında da aynı adetin mevcudiyetini biliyoruz. Ögel bu
adetin Mazdeizm mezhebinin kuvvetli tesiri altında olan Alan’larla temas neticesinde
gerçekleşmiş olabileceğini belirtir. (Ögel, 2003: 92)
Gök-Türk döneminde de bu uygulamalar mevcuttur. Anladığımıza nazaran bu uygulama
yabancı dinlerin etkisiyle ve özellikle Budizmin tesiri sonucu ortaya çıkmıştır. Kaynakların
bildirdiğine göre Gök-Türk’lerde naaş bütün servet ve atıyla birlikte yakılır, külü sonradan
mezara konulurdu. (Eberhard 1996: 86) Çin kaynakları Şapolyo’nun 582 yılında Çin’e yaptığı
seferde: Çeupan mahallinde, Türklerle Çinliler arasında arkası kesilmeden üç gün (ve gece)
savaşların yapıldığını bildiriyorlar. Türklerin savaş sahasından çekilmelerinden önce ölülerini
yaktıkları haber veriliyor. (Kurat, 1952: 18) M.S. 630 senesinde, Gök-Türk’lerin ölülerini
yakma yerine tekrar gömmeye başlamaları üzerine, Çin imparatoru çok içerlemiş ve kendisine
gelen Türk elçisine şöyle söylemişti: “Artık ölülerinizi yakmıyor ve yalnızca gömüyorsunuz.”
(Ögel, 1971, c.2: 157) 634 Yılında Göktürk Hakanı, İl Kağan ölümünden sonra Türkler kendi
adet ve töreleri uyarınca, onun naşını Pa Suyu’nun doğusunda ateşe verdiler. (Liü Hsü, 2004:
22) Daha sonra da toprağa defnettiler. (Jen-Tang, 1968: 104)

Ölüleri Mumyalama Geleneği

Türk kültüründe, ölüm ve defin işlemleri farklı tarihlerde gerçekleşmekteydi. Türklükleri
konusunda kuvvetli deliller bulunan İskitlerde, herhangi birisi öldüğü zaman, ölü en yakınları
tarafından bir arabaya konulmakta ve öbür yakınlarına götürülerek dolaştırılmaktadır. Kırk gün
boyunca ölüler böylece birinden öbürüne gezdirildikten sonra gömülmektedir. (Durmuş, 2007:
118) Ölülerin kırk gün dolaştırılma geleneği İslamiyet’ten sonra sadece ve sadece Türkler
arasında var olan Hz.Muhammed için Süleyman çelebi tarafından kaleme alınan “Mevlid” in
kırkıncı gün okutulması ile halen yaşatılmaktadır. (Tarhan, 2002: 599) Anlaşılan Türklerde 40
sayısı özel bir yere sahipti ve tarihi kaynaklardan anladığımıza gore, 40 sayısı ölüm ile yeniden
yaşam arasında bağlantı kuran bir süreyi işaret etmekteydi. Çin kaynakları 40 günlük bir
süreden bahsetmemekle birlikte cenaze ve defin törenleri arasında belli bir sürenin geçtiğine
işaret ederler. Onların belirttiğine göre; Gök-Türklerde eğer biri, ilkbahar ya da yaz ayında
ölmüşse, çimenlerle ağaçlardaki yapraklar sararıncaya kadar bekleniyordu. Şayet sonbahar ya da
kış aylarında ölmüş ise, bitkilerin tohumlanması ve açma mevsiminin gelmesi gerekiyordu.
(Tsaı, 2006: 22 ; Rudenko, 1970: 279) Altaylıların inanışında da 40 sayısı ölümle ilgiliydi. Buna
göre; Ölüm anında ruh yani süne vücuttan ayrıldığı gibi şeffaf buhar olur ve buna sünezinin
üzüdü yahut sadece üzüt denirdi. Süne ile aldaçı bir müddet çadır veya ev etrafında,
akrabalarının muhitinde dolaşırlardı. Çocuk sünesi yedi, büyüklerin sünesi kırk gün ev etrafında
böyle dolaşır. Kırk gün sonra mütevaffa’nın akrabaları “ruhlar bayramı” ( üzüt paryam )
yaparlardı. Bu bayram için hayvan kesilir ve umumi sofrada yenilirdi. (Anohin, 1945: 396)
Anladığımız kadarıyla 40 gün ruhun öbür aleme gemesi için gereken süreyi işaret
etmekteydi. Bu öneminden ötürü olsa gerek 40 sayısı Uygurca Oğuz Kağan destanında da
vurgulanmaktadır. Eksik olmasına rağmen Uygurca Oğuz Kağan destanında, Oğuz doğduktan
kırk gün sonra büyür, yürür ve oynar, at sürüleri güder, ata biner, avlanır. (W.Bang ve Rahmeti,
1936: 11) Yani oğuz hayata tam anlamıyla 40 günde uyum sağlar ve yetişkin gibi davranır.
Türk kültüründe var olan bu inanış, yani ölüm tarihi ile defin tarihi arasındaki zamanın
uzunluğu, Türkleri çok eski devirlerden itibaren ölülerini, özellikle bekleme süresi içerisinde
güvenle muhafaza düşüncesi, başka bir çok toplumlarda görüldüğü üzere mumyalamaya
götürmüştür. (Ünver ve Günay 2003: 110) Çünkü mumyalama işlemi cesedin bozulma
tehlikelerini ortadan kaldıran tek yöntemdir; ateş etleri yakabildiği gibi kemikleri de yakabilirdi.
Kemirici hayvanlar da kemikleri kırabilirdi. Ancak bu karmaşık yöntem yalnızca dünyadaki
hayatında güç sahibi insanlar için kullanılıyordu. Bunun amacı onların öteki dünyada da güçlü
kişiler olmalarını sağlamaktı. (Durmuş, 2007: 123) İskitlerden bahseden Herodotos,
mumyalama işleminin ne şekilde yapıldığını tafsilatlı biçimde anlatır. Onun naklettiğine gore
İskitler; “Kralları öldüğü zaman, o bölgede eni boyu bir, dörtgen, büyük bir mezar kazarlar ve
hazır olduğu zaman ölüyü getirirler: Gövde mumla kaplanmıştır; önceden karnı yarılmış, içi
boşaltılmış ve maydanoz tohumu, anason ve dövülmüş saparna ve kokulu maddelerle
doldurulmuş, sonra dikilmiştir.”(Herodotos, 2006: 322-323)
Türklerde cesedi mumyalama geleneği Hun toplumunda da mevcuttur. Pek çok Hun
kurganından çıkartılan cesetler mumyalanmış vaziyetteydi. Mumyalanmış ceset ahşap bir
sandukaya konmakta, yüzü de doğuya çevrilmekteydi. (Koca, 2003: 174) Türklerde tıpkı
Mısırlılar gibi ölen insanın sosyal pozisyonuna göre farklı mumyalama metotları
kullanmışlardır. Pazırık Kurganlarında mumyalama işinin gayet iyi bilindiği ve yaygın olduğu
anlaşılmaktadır. (Pazırık no: 2) Erkek üzerinde mumyalama operasyonu yapılmıştır. (Rudenko,
1970: 282-283) Pazırık’da Ölülerin derisi “T” şeklinde açılmış ve sonrada dikilmişti. Adalelerin
çıkarılmış olması pek muhtemeldir. (Ögel, 2003: 68) Noin –Ulada’ ki kurganlarda ve Yenisey
kurganlarının başında gelen Oglaktı kurganında da (Minusinsk in 60 km. kuzeyinde) ölüleri
mumyalama tarzı benzerlik gösterir. (Ögel, 2003: 87) 1993’de Güney Sibirya’da, Altaylar’da
bulunan Ukok kurganında da mumyalanmış cengaver İskit hatunu bulunmaktaydı (Tarhan,
2002: 598) Muhtemelen Bilge Kağan, Kül-Tigin, Tonyukuk gibi Gök-Türk büyüklerinin
ölümleri ile gömülme merasimlerinin farklı tarihlerde yapılmış olması, cesetlerin tahnit edilip
mumyalanması işlemini de beraberinde getirmiştir. (Ünver ve Günay 2003: 110)
Anadolu Selçuklularında II.Kılıçarslan, I.Keyhüsrev, II.Süleyman Şah, III.Kılıçarslan ve
daha bir çokları mumyalanmıştır. (Durmuş, 2002: 624) İlk Osmanlılarda da hanedan
mensupları ile bazı büyük devlet adamlarının da İslam ananesinde olmadığı halde
mumyalanmak suretiyle defnedilmeleri eski Türk anane ve müesseselerinin devamını gösterir.
(Turan, 2002: 852)